Budapeşte-Viyana Gezi Yazısı Bölüm 2

Gönderen Etiketler: zaman:
İkinci Gün - Adım Adım Budapeşte


Yerel halkın bunu yaptığını hiç sanmıyorum ama Budapeşte’deki ilk kahvaltımız için yerel tatlardan birini seçtik. Kürtőskalács (kürtöşgalaç diye okunuyor) isimli bir tatlı. Nam-ı diğer Baca Kek ya da Türkiye’deki daha yeni öğrendiğim ismiyle Kuzey Güney Makarası. Özetle hamuru bir çubuğa sarıp döndürerek pişiriyorlar, sonra da istediğin bir malzemeye buluyorlar, kakao, çikolata, tarçın, haşhaş, vanilya... Biz bir kakaolu bir de haşhaşlı aldık, epey de sevdik. Yanında kahveyle de çok güzel oluyor. 

Haşhaşlı ve Kakaolu Kürtőskalácslarımız

Kahvaltıdan sonra şehri keşfe çıktık. Budapeşte sırf zengin görünsün diye devletin kaynaklarını boca ettiği bir şehirmiş. Halbuki ülkenin ekonomik durumu hiç de iyi değil. Bunu hem Avrupa piyasasına göre görece ucuzluğundan hem de o güzel binaların diplerinde yatan evsizlerden anlıyorsunuz. Budapeşte’nin karanlık yüzü. Metro altları yüzeyde görünenden de beter. Her yerde eski püskü battaniyeler içinde evsizler var. Bu konuyu döndüğümüzde bir Macar tanıdığımıza sorduk. O da bu manzarayı oldukça üzücü bulduğunu söyledi. Macar Hükümeti bu konuda kendini sorumlu hissetmiyormuş. Bu evsizlerin çoğu uyuşturucu bağımlısı olduğu için evsiz olmak kendi tercihleri gibi bir yaklaşımı varmış. Ama hükümet uyuşturucuyla mücadele etmek için de bir şey yapmıyormuş. Bir de üstüne işsizlik eklenince tabi... 

Budapeşte yürüyerek gezmek için çok uygun bir şehir. Acayip geniş caddeleri ve geniş kaldırımları var. Karşıdan karşıya geçmek bile bir iki dakika alıyor olabilir. İnsanın içini ferahlatıyor bu genişlik. Hiçbir gezi rehberinde olmamasına rağmen -hatta Macar tanıdığımızın bile hiç görmediği- Michael Jackson türbesi dediğimiz bir yere gittik, eşim burayı önceki gelişinden biliyordu, hem yol üzerinde olduğu için hem de tuhaf geldiği için görmemi istedi. Kim, neden böyle bir şey yapmış bilmiyorum ama bir ağacı Michael Jackson’ın fotoğraflarıyla kaplayıp altına mumlar filan koymuşlar. İlginizi neden nasıl çeker bilmiyorum ama yeri burası.

Michael Jackson Türbesi
Daha sonra Andrássy út boyunca yürüdük. Sanırım şimdi Macarcanın ne kadar korkunç bir dil olduğunu söylemenin tam zamanı. Harflerin orasında burasında çizgiler görmek gözlerimi acıtıyor, konuşma dili de bir acayip -gerçi ona sonradan alıştım-. İnsanın gözleri İngilizce görmeyi özlüyor. Hatta Felemenkçeyi bile. Ahhh.

Andrássy út Budapeşte’nin orta hal üstü alışveriş caddesi gibi. Tiyatrolar, Opera binası filan burada. Bu cadde Budapeşte’nin görülecekler listesinde muhakkak vardır. Sadece alışveriş yapmak için değil, yalnızca yürüyerek anam şu bina ne güzel, vay be şuraya bak gibi iç seslerle gezmeye birebir. 
Kahvaltımızın yalnızca karbonhidrattan müteşekkil olması bize yaramadı ve hemencecik acıktık tabi. Bir humusçuya girdik. Humus vejetaryenlerin çok tercih ettiği bir yemek olduğu için menüde vejetaryen/vegan seçenekler vardı böylesine bayılıyorum. Epey bir doyarak çıktık oradan. 

Humus Lokantasının Duvarı

Daha sonra acayip süslü bir kitapçıya girdik. Alexandra Kitapçısı olarak geçiyor, içinde de bir kafesi var. Ama o nasıl şaşaa o nasıl gösteriş. Biraz kitap baktık (İngilizce bölümüne tabii), kafe kısmında birer kahve içtik. Gözümüz gönlümüz doydu. 

Alexandra Kitapçısı'nın Kafe Bölümü

O enerjiyle St. Stephen Bazilikası’na yürüdük. Bu da diğer tüm binalar gibi oldukça estetikti. Kapıda bazilikanın içinde yapılacak bir klasik müzik konseri için bilet sattıklarını gördük, çok düşünmeden bunu da yapmış olalım diyerek iki bilet aldık. Konser haftanın bazı günleri vardı, tam şansımıza o gün ve bir saat sonrası için miydi neydi. Namaz için otele gidip geri bazilikaya döndük. Müzikler epey coşkuluydu. Gümbür gümbür organ sesi ve bazilikanın içindeki yankısı...

St. Stephen Bazlikası


Konserden sonra akşam yemeği için başka bir Helal ve Türk lokantası olan Star Kebab'a gitmeye karar verdik. Gitmeden önce de Parlamento Binası'nı görelim dedik. Büyükçe ve süslüce bir binanın oraya gittik. Burası Parlamento mu filan derken oturan iki gence soralım dedik. Biz "burası Parlamento mu" deyince güldüler. "O buranın beş altı katı, burası eskiden bir televizyon binasıydı şu an ise boş" dediler. Düşünün bizim Parlamento binası olabilir diye düşündüğümüz bir bina atıl bir şekilde duruyor. "Çok güzel burası, neden boş ki" dedik. Onlar da "buradaki tüm binalar çok güzel yani güzel olmasının bir ehemmiyeti yok" dediler. Bize çok tuhaf geldi. Binanın fotoğrafını çekmeyi unuttum ama size google street view'den bakabilmeniz için link verebilirim.

O iki gencin tarifiyle Parlamento Binası'nı bulduk. Gerçekten de beş altı katıydı önceki yerin.  Biraz fotoğraf çektik ve tekrar yola koyulup lokantaya vardık, ama yeteri kadar acıkamadığımız için birer kase çorba içmekle yetindik. Burada Macaristan'ın en ünlü yemeği olan gulaş da var, aslında etli patates, ama nedense çok gurur duyuyor bu yemekleriyle. Bu seyahat sonrası şeker diyetine girmeye niyet etmiştim, Budepeşte’nin tatlılarının da ününü duymuştum, hazır diyete girmemişken bulabildiğim tatlılardan yiyeyim gibi bir misyonum vardı. Çorbadan sonra bir de oraya özgü olduğu söylenen bir tatlı yedim, az önce ne kadar arasam da adını bulamadım. Şerbetli, elmalı ve kremalı tuhaf bir tatlıydı. Acaba yerel bir tatlı değil miydi... Bilmiyorum. Neyse.

Sonra ipini kopartan deli danalar gibi yürüdük. Lokanta Margit Híd’e yani Margaret Köprüsü’ne yakındı. Köprüden yürürken ortada bir adaya yol olduğunu gördük, bakalım ne varmış diyerek oraya geçtik. İnsanların bolca spor yaptığı hatta spor yapmayan tek insanlar bizmişiz gibi hissettiğimiz güzelce bir adaydı. Adanın adı da Margitsziget yani Margaret Adası. Bir bank bulup Tuna’ya doğru oturduk. On on beş dakika sonra köprüye geri dönüp Peşte’den Buda’ya geçtik.

Margaret Köprüsü

Sahil boyu diğer köprüye doğru yürüdük. Parlamento Binası en iyi karşıdan görülür herhalde, hele akşam vakti, şıkır şıkır ışıklarıyla epey bir ihtişamlıydı. Aradaki mesafe yakın gibi görünse de yürüdükçe yakın olmadığını fark ettik. O aşamadan sonra tramvaya binmeyi de gururumuza yediremedik. “Seni yeneceğiz Budapeşte” nidalarıyla, ah uh’larla diğer köprüye vardık. Diğer köprü dediğim Zincir Köprü yani Széchenyi Lánchíd. Bayağı estetik bir köprü bu da. İşin komik yanı bizim otelimiz bir diğer köprüye yani Erzsébet híd (Elisabeth Köprüsü)’ne yakındı. Yani yine epey bir yürümemiz gerekiyordu.

Parlamento Binası

Biz de otele gitmeden hem biraz dinlenelim hem de çay içelim (ben çay sevmem) diye Titiz’e gittik (ilk gün gittiğimiz Türk restoranı.) Sonra da ayak ağrılarımızla beraber otele döndük. O gün 32045 adımla tüm zamanlardaki yürüme rekorumuzu kırdık. Ve bu rekoru birkaç gün sonra tekrar kıracağımızdan habersizdik.

Telefonun Lifelog uygulaması bizi adım adım izlemiş, işte bunlar da istatistikler:



Bugünlük bu kadar. Haftaya pazartesi görüşmek üzere, hoşçakalın. 

Yorum Gönder

Back to Top