Günübirlik Brüj Gezisi

Gönderen Etiketler: zaman:
Herkese merhaba, geçen hafta karnaval sebebiyle Maastricht’te resmi tatildi. Belki bu karnaval hakkında da bir ara yazarım ama özetle insanların kostümler giyip sabahtan diğer sabaha kadar sokaklarda şarkılar eşliğinde alkol aldığı bir festival olduğunu söyleyeyim. Pek bizlik değil. Geçen sene de bu zamanlarda şehrin keşmekeşinden kaçmak için Budapeşte ve Viyana’ya gitmiştik. Bu sefer de günübirlik Brüj yaptık.

Bizim burasıyla Brüj arasında direkt otobüs seferleri varmış. Bu seferler çok sık değildi, bir gece Brüj’de kalsak mı filan diye düşünürken günübirlikte karar kıldık. Hem şehir o kadar büyük değil, hem de eşimin işleri yoğun. Malum tatilden dönünce de insanın dinlenmeye ihtiyacı oluyor. :)

Gidişimizi gece üç buçuğa aldık, sabah yedi gibi varacaktık; dönüş otobüsümüz de akşam dokuzdaydı, yani gece bir gibi Maastricht’e dönmüş olacaktık. Matematiği zayıf olanlar için özetlemem gerekirse Brüj’de gezmelik 14 saatimiz olacaktı. (Merak etmeyin matematiği zayıf olan insanlar, sizi küçümsemiyorum, bilakis benim de matematiğim zayıf, az önce parmaklarımla saydım, ciddiyim.)

Şimdi nedir bu Brüj nerededir? Belçika’nın ufak bir şehri, orijinali Brugge diye yazılıyor, İngilizcede Bruges diye geçiyor, niye bu kadar farklı versiyonu var bilmiyorum. Oldukça turistik bir şehir, turistik olma sebebi tarihi dokusu, çeşit çeşit kanalları ve köprüleri. Yani süper selfieler için süper manzaralar. Kuzeyin Venedik’i de diyorlar.


Bu Brüj aslında Flandre bölgesinin başkenti, çok ayrıntıya girecek kadar bilgim yok ama Belçika’nın ortaya karışık bir ülke olduğunu söyleyebilirim. Tek bir anadili, tek bir milleti yok. Bir kısmında Felemenkçe bir kısmında Fransızca bir kısmında Almanca konuşuluyor, böyle kafa karıştırıcı bir hal. Bu Flandre de Felemenkçe konuşulan kısım, burada yaşayanlar aslen Hollandalılar desem bana çok kızarlar mı acaba? Büyük ihtimalle kızarlar. Ama gelip de burayı okuyacak değiller o yüzden rahat rahat diyorum ki bence Hollandalılardan bir farkları yok.

Gelelim gezimize. Gece üçte istasyona gitmek için herhangi bir toplu ulaşım alternatifi mevcut değil, bisikletle gitsek koyacak yer yok. Biz de yürüyelim dedik, çok uzak değil, İstanbul’a kıyasla Maastricht’te hiçbir yer hiçbir yere uzak değil ya neyse. Biraz da erken çıktık, güvenlik payı meselesi. Bir gidelim ki istasyon kapatılmış, otobüs durağı istasyonun arka tarafında, normalde istasyonun içinden geçiyorduk ama kapalı olduğu için bu sefer ta nerelerden dolanmamız gerek. Koştur koştur, zar zor yetiştik otobüse. İyi ki de soğukta otobüs beklemeyelim demeyerek erken çıkmışız. Evden erken çıkma fikrinin sahibi eşimdi, belirtmeyince bozuluyor, belirtmiş olayım, aklınla bin yaşa canımcığım.

Sabah yedide Brüj’e vardık. Henüz güneş doğmamış, buzzz gibi hava. Tren bekleme yerinin ilerilerinde boş bir alana seccade serdik. Tam sabah namazı vakti. Sonra istasyondaki bir kahvecide kahvaltı yaptık. Güneş doğana kadar ağır ağır yiyip içtik.

Sonra ver elini Minnewater parkı. Brüj yalnızca tarihi sokaklarıyla değil parklarıyla da güzel mi güzel bir şehir. Esas görülecek yerler için toplu ulaşım kullanmaya gerek yok, her şey yürüme mesafesinde. Gerçi böyle diye diye günün sonunda otuz kilometre yürümüş bulunduk ama ayaklarımıza afiyet yürümeyi pek seven bir çift olduğumuz için fark etmedik bile. 




Sonra St. Salvator Katedrali’ne gittik. Daha önceden dersimi çalışmıştım, bu katedral önceden kiliseymiş, Belçika bağımsızlığını kazandıktan sonra katedral yapmaya karar vermişler. Ama boyutları katedral olamayacak kadar küçükmüş, onlar da çareyi yanına kule dikmekte bulmuşlar. İçine de girdik katedralin (bu arada giriş ücretsiz), gerçekten oldukça ufaktı.

Film setini andıran sokaklarda dolaştık. Sonra dedik ki camiye gidelim, hem yerini öğrenmiş oluruz hem de bu arada gezmiş oluruz. Ama biz yürüdükçe haritadaki mesafe bir türlü kısalmadı, meğerse pek de yakında değilmiş. Bisiklet kiraladıktan sonra gideriz dedik, geri döndük. 

Belçika’nın ünlüleri; bir çikolataları, iki dantelleri, üç biraları. Pazarlama işini Avrupalılar gerçekten iyi beceriyor. Sırf dantele ya da sırf çikolataya ayrılan çeşit çeşit dükkanlar var. Ve vitrinlerini bir görseniz. Özellikle çikolatacılar neredeyse şirinlikten ölecek. Ve dünyanın bin bir çeşit çikolatasını yapıyorlar. Wasabili, soya soslu, körili, lavantalı, acı biberli... Yeni tatlar denemeye bayıldığımız halde çikolatalardaki olası “vanilya ekstraktı” meselesinden dolayı şansımızı pek zorlamadık. Bilmiyorsanız hemen söyleyeyim, vanilya ekstraktında epey bir miktar alkol oluyor.

Saat on birde turumuz vardı. Bu tur “bedava tur” olarak geçiyor, esasında bahşiş temelli çalışıyor. Gruplar otuz kırk kişi civarı oluyor, bir rehber eşliğinde en gezilesi yerler geziliyor. Benim en sevdiğim yanı verdikleri bilgiler. Ama bu turda bir şanssızlık oldu, herkes duysun diye güzel güzel alıcılar ve kulaklıklar dağıttılar ama ses turun tamamı boyunca gidip gidip geldi. Rehber nasılsa herkes kulaklıktan dinliyor diye kısık sesle konuşuyordu, kulaksız duymak mümkün değildi. Ses kesilip durduğu için anlatılanların yarıdan fazlasını kaçırdık. Biraz can sıkıcı oldu doğrusu. Ama yine bir bilenle gezmenin de ayrı bir rahatlığı oluyor. Merak ederseniz turun internet sitesi: Legends Walking Tour Ayrıca bu bedava tur olayı yalnızca Brüj’e özgü değil, internette “şehrin adı + free tour” olarak aratınca neredeyse her turistik şehirde bu rehberlerin mevcut olduğunu göreceksiniz. Bu da benden size bir gezi ipucusu olsun.


Turla beraber epey bir yer gezdik. Brüj’ün en ünlü yerlerinden biri de Ten Wijngaerde. Ta 1200’lerde kendini dine adamış dindar kadınlar buradaki evlerde yaşamaya başlamış, ortasında büyükçe bir bahçesi var ve bahçeye de büyükçe bir kapıdan giriliyor. Kadınlar burada tam bir kız kardeşlik dayanışması içinde yaşıyormuş. Ekmeklerini kendileri yapıyor, kıyafetlerini kendileri dikiyor, her işlerini kendileri görüyorlarmış. Akşam altıdan sonra bahçeye erkek girmesi yasak (ki hâlâ daha bu sistem uygulanıyormuş). Şu an oradaki evlerde evlenmeme sözü veren kadınlar yaşıyormuş. Çok huzurlu bir yere benziyor ama meraklı turistlerden huzur duymaya fırsat kalıyor mu epey şüpheliyim. Bu arada aynı kız kardeş mahallesinden Amsterdam’da da var.

Ten Wijngaerde

Belçika’nın birasının da ünlü olduğunu söylemiştim. Çikolatalarda olduğu gibi biranın da milyon çeşidini üretiyorlarmış. Aslında biraz mecburiyetten bira konusunda bu kadar ilerlemişler. Çünkü içme suyu diye bir şey yokmuş. Bu Avrupa’yı pislik götüren orta çağda su içerek zehirlenme ihtimaliniz epey yüksek, bu yüzden çocuklara bile bira içirirlermiş. Tabii bu sebeple de retardasyonların önünü alamamışlar, herkeste az biraz akıl hastalığı... Ama bir tane bile akıl hastanesi yok. Hadi açalım demişler. O zamanlar Maximilian diye bir adam başta, adamla halkın birçok macerası var -özetle pek iyi geçinemiyorlar-, Maximilian’a yalvar yakar hastane açmak için izin istiyorlar. Maximilian uzunca bir kahkaha atıyor -yapacağı espriye gülüyor herhal-. Millet şaşırıyor tabii, diyorlar ki “Haşmetlüm neden böyle gülersiniz?” Max bombayı patlatıyor: “Şehrin kapılarını kapatın kafi, burası zaten delilerle dolu.”



Bu vesileyle de Brüj halkına “Brüj Ahmakları” (Brugse Zot) denmeye başlıyor. Şu an ise bir bira markası.

Hah bu arada, turdan önce sokaklarda gezerken şöyle bir soru işareti düşmüştü aklıma. Bu insanlar bu evleri neden eski halleriyle bırakmış? Neden kimse modern mimariye özenmemiş? Nereden bilmişler kaç sene sonra bu tür caddelerin değere bineceğini? Tur sırasında bu sorumun da cevabını aldım. Evleri bilerek eski hallerinde bırakmamışlar, sandığım gibi bir ileri görüşlülük söz konusu değil. Fakir oldukları için yenileyememişler. Vergilerden filan paraları kalmamış. Karmaşık sorulara basit cevaplar. :)


Turdan sonra ufak bir çorbacıda çorba içip tost yedik, Tripadvisor’da epey övülen bir yerdi ama sanırım bu sebeple epey kalabalıktı ve servis aşırı yavaştı. Pek doyurucu da değildi. Yine de vejetaryen seçeneği, otantik görüntüsü filan için gitmek isterseniz diye linki bıraktım.

Öğlen yemeğinden sonra bot turu yaptık. Nedense bot turlarına karşı bir zaafım var, çok seviyorum. :) Size de tavsiye ederim. Yarım saat sürüyor, kişi başı sekiz euro. Üç dille kısa kısa bilgilendirmeler yapılıyor. Kanalın kenarından ev almak ortalama iki milyon euroymuş mesela. Heheh. Tam biz Türklerin merak edeceği tarzda bir bilgi. “Abi ya bu evler ne kadardır, aylık ne kadar kira getirir?”


Tabii biz artık yavaş yavaş yorulmaya başlıyorduk. Bir kahveciye gittik. Brüj’deki en iyi kahvecilerdenmiş. Ama daha önce içmediğim türden bir şey aldığım için kıyas yapamıyorum, muhtemelen güzeldir. Kahve içip masada bir güzel uyuyakaldım, garson yere kaşıkları düşürünce haaaaaaııııııooo diye uyandım. Bir gezi yazısına eklenecek anlamsız bir ayrıntı. :)

Planlarımızda bisiklet kiralayıp yarım saat uzaklıktaki Damme adlı minik kasabaya gitmek vardı. İlk girdiğimiz bisikletçi beş buçukta kapatacağını söyledi, sorry dedik, başkasına gittik. O da önce yedide kapatacağını söyledi sonra bizim gideceğimizi anlayınca tamam sekiz olsun dedi. Sonra da kredi kartı numaramızı istedi. Depozito içinmiş. Ne alaka filan dedik. Nakit versek olmaz mı dedik. Olur tabii, bisiklet başı 150 alayım demesin mi? Bakın bisiklet kiralama işlerine aşinayız, depozito en fazla 50 olur, 150 ne demek? Hele kredi kartı numarasını istemek efsane. Eyvallah dedik çıktık. Akşam oluyordu ve her yer bir bir kapanıyordu... Böylece Damme’dan vazgeçtik. Pişman değiliz.



İnternetten bulduğum helal lokanta kapalı çıktı. Şok şok şok. Brüj maalesef helal yemek konusunda sınıfta kalıyor. Vejetaryen vegan seçenekleri bol ama onca yürüyüş sonrası bizi ancak protein paklar diye et yemek istemiştik. Ühühü. Çaresizlik içinde sokakta dolanırken müslüman bir aile gördük. Usulca yanaşıp merhaba dedik.

İngilizce bilmiyorlardı, Türk de değillerdi. Yine de anlaştık. Hemen yakınlarda helal bir yer var dediler. Oraya gittik. Maxim’s Lunch. Öyle şaşaalı bir yer değil, bizim sokak dönercilerine benziyor, yine de çölde vaha bulmak gibi tabii. Üstelik üstelik üstelik, menüde yerel bir yemek de vardı: Stoofvlees. Birebir çevirisi “soba eti”, manalı çevirisi “et yahnisi”, bana kalsa “soslu et”. Bir fastfoodçudan beklemediğim kadar güzeldi, ne yalan söyleyeyim. Bu arada aklıma gelmişken Belçika’nın patates kızartması da epey ünlü ama vejetaryen/vegansanız ya da helal yemeye dikkat ediyorsanız öylesine bir yere girip nasılsa patates diye aldanmayın. Belçika patates kızartmasının ünü yağında, hayvan yağında kızartılıyor (at, domuz vs).

Yemekten sonra istasyona geçip Maastricht otobüsümüzü beklemeye koyulduk. Dolu dolu bir gezi oldu bizim için. Gezmenin en sevdiğim yanı planlar yapıp bu planları takmayarak gezmek. Edebiyatta tüm kuralları bilip bunları çiğneyerek yazmak gibi. Şu dakika şu yapılacak bu dakika bu yapılacak diye düşünerek gezmek insanı strese sokar düşüncesindeyim. En güzeli bir zorunluluk hissetmeden sallana sallana gezmek. Nitekim bizim için de böyle oldu.

Aşağıda gezip gördüklerimizle alakalı hazırladığım ufak bir video kolajı var.


Haftaya görüşmek üzere sevgili okurlar, hoşçakalın kendinize iyi bakın.
Yorum Gönder

Back to Top