Bugünkü konumuz epey acıklı. Geçen hafta pazar günü babamların papağanı açık balkon kapısından uçtu gitti. Bir haftadır mahallede kuşu bulmaya çalışıyoruz. Eğer yöntemlerimiz işe yarasaydı bu yazı kuşu kaybolan nicelerine yardımcı olabilirdi. Ama ne yazık ki bir haftalık emeklerimiz sonucunda pek bir şey elde edemedik. Yine de bizim için işe yaramayan başkası için yarar belki. Kim bilir.
Öncelikle papağanla bizim duygusal ilişkimizin arka planını vermeliyim. Kuş sahibi olmayan insanlar bunu bir mülkiyet edinmekten ibaret gibi görebiliyor. Kaçan kuş da kaybolan eşyayla denk hale geliyor bu bakış açısıyla. Önce bu yanılgıyı bir kıralım. Kivi (bundan sonra adıyla bahsedeceğim ondan) geçen senenin haziran ayında minicik bir bebekken geldi evimize. İlk geldiğinde katı yemek yiyemiyordu. Düşünün ne kadar bebek. Şırınganın içine sıvı mama hazırlayıp kendimiz yediriyorduk. O zamanlar bir kafesi de yoktu. İçinde geldiği kedi taşıma çantasının altına polar pijamaları keserek yumuşak bir yatak yapmıştık. Sabah hepimizden önce uyanıp etrafta paytak paytak dolaşırdı.
O kadar bebekti ki avcumuzla başını sardığımızda anında mayışma haline girer, daha yeni yeni çıkmış tüylerini kabartırdı. Gözlerini huzurla kısar, tatlı tatlı mırlardı. Bu hallerini gördüğünüz bir yaratığı nasıl bağrınıza basmazsınız? Bağra basılmaktan da çok hoşlanırdı. Bir insan yavrusu gibi uyuklamaya başlardı.
O büyümeye başladığında ben evlenip uzaklara gittim. Ama haberlerini aldım. İlk kelimesi. İlk şarkısı. Bolca fotoğraf ve videolar. Papağanlarda birine bağlanma eğilimi var. Evden birini seçiyorlar ve sürekli seçtikleri kişiyle beraber olmak istiyorlar. Onunlayken huzurlu oluyor, uzaktayken o kişiyi arama halinde oluyorlar. Kivi’nin bağlanmak için seçtiği kişi kısa süre içinde annem oldu. Nedenini bilmiyorum. Annemin yumuşak huyu, tatlı tatlı konuşmaları onu cezbetmiş olabilir.
İnsanlarla dolu bir odaya girdiğinde anneme uçardı. Önce başına konar sonra oradan dikkatle omzuna iner oradan da koluna geçerdi. Böylece annemle göz göze olabileceği bir konuma gelmiş olurdu. Kuşa bakın siz.
Peki nasıl kaçtı?
Nasıl olduysa kafesinin kapağını açmış. Cin cin bakan gözlerinden bir şey kaçmaz, kapağın nasıl açıldığını bir şekilde çözmüş olmalı. Biz hepimiz salonda oturuyorduk, klima açık olduğu için kapımız kapalıydı. Kivi kafesinden çıktıktan sonra yanımıza gelmek istemiş. Aile oturmasını nasıl kaçırsın değil mi? Ama kapımız kapalı olduğu için yolunu çevirip mutfağa geçmiş. Mutfağın da balkon kapısı sonuna kadar açık, perdeler en tepede. Gökyüzünün genişliği mi cazip geldi, hızını mı alamadı ne olduysa çıkmış gitmiş.
Kanat seslerini duyduktan biraz sonra çıkıp baktım, yanımıza getireyim diye. Ama ortalarda görünmedi. Balkona koştuk. Bizim Kivi yan binadan sarkan kablolara eğreti bir biçimde tutunmuş panikleyen gözlerle etrafa bakıyor. Annem ona gel gel dediyse de fayda etmedi. Fazlasıyla korkmuş ve panik bir haldeydi. Birdenbire kabloyu bıraktı ve uçtu gitti. Gözümüzün önünde ta karşı sokaklara doğru gidiverdi.
Peşinden gitmeye çalıştık ama samanlıkta iğne aramaktan halliceydi. İstanbul’da epey çapraşık bir mahallede oturuyoruz. Gecekondularla gökdelenlerin bir arada olduğu karman çorman bir mahalle. Kivicik geri dönmek istediyse bile becerememiştir.
İlk günden başlayarak hemen ilanlar hazırladık ve bulduğumuz direğe yapıştırdık. Daha önce hiç kendi başına yaşamak zorunda kalmamış olan bir papağan nasıl hayatta kalır? Nereden yemek bulur? Susuzluktan ölmez mi? Nerede yatar kalkar? Martılarla ve kargalarla nasıl mücadele eder? Bin türlü iç karartıcı soruyla baş başa kaldık. Tepede güneş. Yaşamasının pek olası olduğunu düşünmedik başta.
İki gün sonra bir telefon geldi. Ne kadar heyecanlandığımızı anlatamam. Nokta atışı cadde adı ve bina numarası. Oranın çatı katında görülmüş, iki gündür oradaymış ama sabah görmemişler. Hemen her şeyi hazır ederek çıktık. Kutusunu, yemeğini, suyunu... Çatı katına çıktık ama bir iz bulamadık. Nasıl hayal kırıklığı nasıl. Akşam belki yatmaya gelir diye tekrar gittik. Sabah belki oraya yine gelmiştir diye gittik. Ama yok. Bulamadık.
Bu arada ısrarla ilanları asmaya devam ettik. Ve dağıtmak üzere küçük el ilanları da hazırladık. Bu süreçte mahallemizle epey sosyalleştik. İnsanların kapılarını çalıp balkonlarına çıktık. Esnaflara, çocuklara, kadınlara, gençlere başımıza gelenleri anlattık. Sanırım yakın civardaki birçok insanın Kivi’den haberi var. Ama yetmiyor işte. Facebook gruplarına yazdık, twitter, instagram gibi hesaplardan duyurduk. Oralardan hiç haber gelmedi.
İki gün önce ilan vesilesiyle bir telefon daha geldi, yine cadde ismiyle. Babam hemen gitti bakmaya, ama görememiş yine. Ertesi gün tekrar gitti, başka biri orada bir sultan papağanı var demiş, ki bizimki sultan değil. Arayan adamın karıştırdığını düşündük. Bilemiyoruz.
İlan asmak şu anlık yapılacak en iyi şey gibi duruyor. Basmak basmak asmak ve dağıtmak. Haberi yaymak. Geçen pazara astık altı yedi tane. Mahalleninin buluştuğu ortak bir alan olarak epey uygun bir yer. Ama haber yayıldıkça kötü niyetli insanların da ekmeklerine yağ sürülüyor tabi. Dün bir telefon geldi, gece on buçukta. Kuşu yakaladım. Ama para istiyorum. Babam anlaşırız sen fotoğrafını çek gönder dedi, adam yemin et parayı vereceğine filan diyor. Hepimiz kulak kesildik, yaşasın bulundu, birazdan hazırlanıp sokağa koşmaya hazırız. Adam sonunda ben size şaka yaptım demesin mi?
Bu nasıl bir eğlence anlayışı? Belki de dünyanın en salakça dolandırma teşebbüsü.
Konu kuşlar olunca çenem düşüyor. Bu yazıyı ara vermeden bir çırpıda yazdım. Dua edin de bulunsun Kivicik. Şu an hayatta olduğuna dair umutlarımız kuvvetli. Çünkü civarda bir sürü meyve ağacı var ve bolca çatı arası. Yemek yiyip şekerleme yaptığı rahat bir hayatı vardır inşallah yavrumuzun. Ve inşallah buluruz.