Geçtiğimiz perşembe günü Necip Fazıl Ödülleri vesilesiyle Türkiye’ye geldik. Eşim jüri tarafından İlk Eserler Ödülü’ne layık görülmüş. Çokça sevinçli, çokça gururlu, çokça heyecanlıydık. Heyecan dolu töreni neyse ki sorunsuz bir şekilde atlattık.
Programda ödül alan kişilerden bir iki dakikalık bir konuşma yapmaları istenmişti. Bu olay bana bir yandan komik bir yandan trajik geliyor. Bir yazarı yüzlerce kişinin önüne çıkartıp konuşturmak meselesi. Çünkü elbette istisnaları olmak üzere yazarlar genelde konuşmak yerine yazmayı tercih eden insanlar. Anlatmak istediklerini konuşarak anlatabilen biri neden yazmanın zahmetiyle uğraşsın? Neden o değil de bu yolu seçsin? Konuşmak yerine yazmayı seçen bir insanı pat diye kocaman sahnenin ortasına konuşması için yerleştirmek niye?
Hep denir ya, bir hükümran kesim var, bir de azınlıklar. Azınlık olup olmadığımızı bilmiyorum ama dışadönüklerin hükmettiği bu dünyada biz içedönüklerin kişiliklerini özgürce sürdürebilmesine kesinlikle müsaade yok. Kendini toplum içine çıkmadan ifade edebilmenin en iyi yollarından birini başarıyla icra ediyorsun ve bir dışadönük yazdıklarını beğeniyor sonra dünyanın en normal şeyi yüzlerce kişinin önünde konuşmakmış gibi “ya şöyle bi iki dakikalık bir konuşma yapsan yeter” diyor.
Havaalanında uçağı beklerken karşımızdaki oturma yerinde ellili yaşlarda bir kadın yanındakileri esir almış, konuştukça konuşuyor. Tek başına biniyormuş uçağa, yanındakilerle de yeni tanışmış belli. Benim kaynım şurada şu işi yapıyor, onun eltisinin bilmem nerede dükkanı var, almış sazı eline, keyfine diyecek yok. Biraz sonra yanına bir adam gelip ona bir ekmek arası getiriyor, bunu size aldım diyerek, teşekkürler ricalar. Hareketleniyoruz, valizini bir başkası taşıyor. Benim kafam karışık. Tek başına gelen bu kadının etrafında insanlar etrafında pervane olmuş. Bu nasıl mümkün olabilir? Aslında çok da ilginç değil. Biliyorsunuz öyle insanları değil mi? Lisede bulduğum bir terim “sosyallik patlaması”, bazı insanlar böyle bir “yetenekle” doğuyor. Hemen her yerde her saniye herhangi biriyle konuşacak bir konu bulabilirler. Laflarını esirgemezler, çoğu zaman düşünmeden konuşurlar. Sesleri yüksek ve otoriter çıkar. Kimseden çekinmezler. Kolaylıkla insanlardan yardım isteyebilirler. İşte hayatta kalabilmek için böyle muhteşem donanımlara sahiptirler. Kıskanmıyorum desem yalan.
İflah olmaz bir içedönük olarak o gün kendimce bir oyun oynamaya karar verdim. Kadını dışadönük olduğuna pişman edecektim, en azından birkaç dakikalığına. Benim için küçük ama içedönükler için büyük bir adım olacaktı. İntikamımızı alacaktım. Uçağa binmek için sıraya girdiğimiz sırada kadını tuzağıma düşürdüm, tek yaptığım ona havadan sudan bir soru sormak oldu. “Yalnız mı geldiniz, iyi cesaret” gibi bir şeyle yaptım açılışı. Sonra ardı ardına sorular sormaya başladım. İçedönük olmanın bileşenlerinden biri de başkalarının hayatını merak etmemek sanırım ya da sadece benim için durum böyle. Çok yakın olmadığım insanların hayatları haklarında onlara soru soruyorsam ancak nezaket gereği yapıyorumdur ya da konuşma tuhaf bir şekilde kesilivermesin diyedir. Bana çok soru sorulunca da kendimi sorguda gibi hissederim. Biraz da kendi algılarımdan yola çıkarak kadının da kendini sorguda gibi hissedeceğini ummuştum. En sonunda ona “eh yeter be kızım sen de amma soru sordun” dedirtmeyi umuyordum. Kadına üst üste soru sorarken epey eğlendim doğrusu. Yine de onu yıldıramadım. Ben sordukça o memnuniyetle cevapladı, sordum yanıtladı, sordum yanıtladı. En son pes eden yine ben oldum. İntikamımızı almak şöyle dursun, bir dışadönüğün ekmeğine yağ sürdüğümle kaldım. Tamam teyze görüşürüz byeee diyerek kaçtım yanından.
Bazı insanlar utangaçlıkla içedönüklüğün aynı şey olduğunu sanıyor. Buna bir açıklık getireyim. Olay utangaçlıktan ve sosyal fobiden farklı. Konuşmak isteyip de konuşamıyor değiliz, konuşmak istemiyor ve konuşmuyoruz. Bir ortamda odak noktası olmayı istememe sebebimiz rezil olma korkusu değil, başlı başına merkezde olmak fikrinden rahatsız olmak. Özellikle konuşma meselesinde lafı uzatmayı beceremiyorum ben. Çünkü anlatmak istediklerimi uzatmadan kısaca anlatabileceğimi düşünüyorum. Öyleyse neden daha fazla konuşarak vakit kaybedeyim ki? Başkalarının hayatlarını merak etmiyorum, neden kaç kardeşi olduğunu merak etmediğim birine kaç kardeşi olduğunu sorayım?
Ama insan kaskatı bir betondan mürekkep değil, eğilip bükülebiliyor, değişebiliyoruz. Değişimin mümkün olduğu fikrini benimseyebilmek çok önemli. Ben kendimi yavaş yavaş değiştirmeye çalışıyorum. Konuşmaları devam ettirme teşebbüslerinde bulunuyorum, lafı uzatmaya çalışıyorum. Kendimce “bağırarak” konuşuyorum, yine de duyulmadığım oluyor. Çünkü burası dışadönüklerin hüküm sürdüğü bir dünya, birazcık dışadönük olmazsan bu diyarlarda barınamazsın, ciddiye alınmazsın, muhatap olarak görülmezsin. Ne kadar kendinden memnun olursan ol, senden beklentiler hep daha dışadönük olman üzerine olacak. Liderlik vasfı, iletişim becerileri, takım çalışması... Bu kavramlar tanıdık geldi mi?
Bizim günlerimiz de gelecek mi? Sanmıyorum. Düzen böyle gelmiş böyle gidecek gibi geliyor bana. Başka türlüsünün mümkün olduğunu düşünemiyorum. Hayal bile edemiyorum. O yüzden en iyisi sisteme ayak uydurmaya çalışmak. Sahneye çıkmadan önce konuşmanı hazırlayıp ceketinin iç cebine güzelce yerleştirmek. Yüzlerce kişinin seni izlediğini düşünmemeye çalışarak kağıtta yazdıklarını konuşuyormuş gibi bir hava vererek okumak. Ve bir sorun çıkmaması için öncesinde bolca dua etmek.
Bir süre daha Türkiye’deyiz, töreni bahane edip sıla-i rahim yapma keyfi.
Haftaya görüşmek üzere sevgili okurlar, hoşçakalın.