Maastricht Günlükleri 7 – Yeni Keşifler ve Deneyimler

Gönderen Etiketler: zaman:
Bir sene, şehri çözmek için yeterli bir süre mi? Her ne kadar İstanbul’un birçok ilçesinden daha küçük olan bir şehir söz konusu olsa da bu bahsettiğim, cevabım hayır olacak. Hayır, bir sene yeterli bir süre değil. 


Bu hafta buradaki hayatımı anlattığım Maastricht Günlükleri serisine devam ediyorum. Benim için de ileride dönüp dönüp okumalık yazılar oluyor bunlar, malum günler hızlıca akıp geçiyor, hafızalarımız mükemmel değil, anılarımız böyle nispeten güvenli bir köşede dursun.

Geçen senenin aksine bu sene kendime meşgaleler bulmaya kararlıydım. Bana “ee napıyorsun” diye sorulduğunda kem küm ederek “ımm şeyy işte boş boş oturuyom” cevabını vermek artık yüzümü kızartır olmuştu. Hoş, hâlâ daha vaktimin çoğunu oturarak geçiriyorum, ama en azından birkaç meşguliyetim var. Takvimim nispeten daha dolu.

Gelelim keşiflerime. Cuma pazarı keşiflerimin en önemlisi. Doğrusu Türkiyede pazarları hiç sevmezdim, ıkış tıkış, kilolarca meyve sebze, hem sebze de sevmiyorum, hem market dururken neden pazara gideyim, ayağımı çiğneyen pazar arabaları, yol vermem için sırtımı mıncıklayan teyzeler, benim için kabus gibi bir şeydi. Tahmin edersiniz ki henüz evlenip bir mutfağın, yetişkin iki insanın beslenmesinin sorumluluğunu almamıştım. 

Burada bir pazar kurulduğunu biliyordum. Hatta bir iki kere denk gelmişliğim de olmuştu ama şöööyle bir bakmamıştım bile. Ama size bir şey söyleyeyim. Marketlerin meyve sebze bölümü tam anlamıyla acınası. On on beş dakika ayakta dikilip çaresizlikle sebze reyonuna baktığımı bilirim. Sebze yememiz lazım, o zaman sebze almam lazım. Peki sebze namına neler var? Lahana, lahana, lahana, turp, patates, kereviz, karnıbahar tekrar lahana… Bu Hollandalılar gerçekten her gün bunları mı yiyor? Nasıl? Ve işin daha da acınası tarafı çoğu sebzenin sayıyla satılması, kabağın bile. Bir kabak altmış cent mesela. İnsan reyondaki on kabaktan dördünü alınca Hollanda’nın kabak stoklarını tüketiyorum, allah’ım ben ne kadar kötü bir insanım hislerine kapılıyor. 

Bir sene sonra nihayet pazara gittim. İlk başta elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemedim, buradaki pazar adabı nasıldır bilmiyorum tabii. Şöyle bir dolandım etrafta, insanları izledim. Gözüme bir yer kestirdim, insanlar sepetleri koluna takmış ortadaki kasalardan zerzevat seçe seçe poşetlerini dolduruyor. Haydi bismillah dedim, girdim kasaların arasına. Türkiyedeki gibi değil tabi ama Hollanda standartlarına göre nasıl bir bolluk bereket. İnsanlar kilo kilo alıyor her şeyi. Değişik değişik egzotik meyveler bile var. Ve hangilerini alacağını kendin seçiyorsun. Daha ne olsun? Dibim düştü derler ya, o hesap. “Yav ben burayı neden daha önce keşfetmedim” diye hayıflandım. Sebze sevmeyen ben çeşit çeşit sebze aldım. Ve resmen her hafta cuma gününün gelmesini iple çeker oldum.



Pazarda meyve sebzenin dışında balık, peynir, çiçek, kıyafet ve kumaş da var. Balıklar da oldukça taze ve çoğu ürün market fiyatlarına kıyasla daha uygun. Maastricht’e yolunuz düşecek olursa pazara da bir uğrayın derim, cuma günleri Markt’ta kuruluyor.




Biraz da pazarı keşfetmeme vesile olan yürüyüşlerimden de bahsedeyim. Eşimin çarşamba ve cuma günleri sabah erkenden dersi var, o yüzden çok erken uyanıp çıkıyor. Ben de tüm gün evde pineklememek için biraz da onun erkenden kalkmasından cesaret alarak yürüyüş yapmaya başladım. Sabah erken kalkıp ortalama beş altı kilometre gibi bir mesafe boyunca evin etrafında çember çizip eve dönüyorum. Bir saat, bazen bir saatten biraz fazla sürüyor. Çarşamba gününün rotası değişiyor. Yeni yerleri keşfetmek için güzel oluyor, bir kere köprüden karşıya geçtim. Bir kere Belçika sınırına kadar yürüdüm (evet sınır yürüme mesafesinde). O kadar iyi hissediyorum ki bu yürüyüşler sırasında. Sabahın o taze kokusuyla başlıyor, sararmaya başlayan yapraklar, uzun uzun ağaçlar, pırıl pırıl nehir eşliğinde yürüyorum. Epey gurur duyduğum bir şey oldu bu yürüyüşlerimle alakalı. At kestanesiyle yenilebilir kestanenin farkını öğrendim, sonra da bir ağacın dibine dökülen kestanelerden topladım. Evde pişirip eşimle afiyetle yedik. 



Yürüdüğüm yerlerde genelde tek tük insan oluyor, spor yapmaya çıkanlar ve köpek gezdirenler. Tam kafa dinlemelik yani. Bir de podcast (radyo programı diyeyim çevirisi için) indiriyorum öncesinde, yürürken bir yandan da onu dinliyorum. Şu aralar “invisibilia” favorim.

Cuma günleri ise rotam belli, Stadspark’tan dolanarak Markt’a gidiyorum, pazar alışverişini yapıp eve dönüyorum. Bir taşta iki kuş. 

Anlatmayı sona bıraktığım bir şey daha var. Staja başladım. Evet, nihayet. O kadar uzun bir süre staj için başvuru yapmam gerek diye dolandım ki etrafta. Ama reddedilme korkusundan ne CV’mi güncelleyebildim ne de adım atabildim. En son arkadaşlarımın gazıyla ve eşimin desteğiyle tamamladım CV’mi ve buradaki üniversiteden bir profesöre mail attım. Nihayet. Ve kabul edildim. İşin komiği şimdiye kadar Türkiyede iki kere staj yaptım, ikisi de oldukça gayri resmiydi, istediğim saatte gidiyordum, canım istemiyorsa gitmiyordum, staj defteri filan hiç doldurmadım, burada kabul alınca eyvah dedim kesin bir dolu prosedür olur, katı saatleri olur, nasıl alışacağım? Ama gelin görün ki bu stajım diğerlerini aratmıyor. Yarın gidecek miyim mesela? Bilmiyorum, keyfime kalmış. Bana verdikleri görev bilgisayarda yapılacak bir iş olduğu için evde de çalışabiliyorum. Keyfim epey yerinde yani. Hehehe. Şimdi de tabi üzülecek bir şey bulmam gerekiyor ya, neden geçen sene şansımı denemedim boşuna geçti bir sene diye üzülüyorum. Ah şu insanoğlu… Tam dayaklığım ha.


Çok şükür diyeyim de yanlış bir izlenim uyandırmayayım sevgili okurlar. Buranın doğasını seviyorum, pazarı seviyorum, yürüyüşü seviyorum, kendimi geliştirme imkanlarımın olmasını seviyorum. Sahip olduklarımızın şükrünü eda edebiliyoruzdur inşallah.

Bu haftalık benden bu kadar. Haftaya görüşmek üzere. Yorumlarınız, sorularınız, tavsiyeleriniz olursa ya da yalnızca selam vermek isterseniz çekinmeyin, iletişime geçebilirsiniz. Ben buralardayım. :)

Hoşçakalın, Allah'a emanet olun sevgili okurlar.
Yorum Gönder

Back to Top