Ne Düşündüğümü Boş Verin - Öykü

Gönderen Etiketler: zaman:
Merhaba sevgili okurlar. Bu hafta sizinle yazdığım bir öyküyü paylaşmak istiyorum. Gördüğüm bir rüyaydı bu, eşimin isteğiyle öyküye çevirdim ve fena da olmadı. Yine de içime tam sinmediği için henüz bir yere göndermedim. Büyük ihtimalle tekrar yazacağım. Epey de değişecek gibi. Üzerinde daha çalışmam gerek. Ama bu halinin de okunması beni mutlu edecek. 


Ne Düşündüğümü Boş Verin

“Kadınlar” diyor. “Nasıl davranmaları gerektiğini hiç bilmiyor artık. Çok kötü zamanlar bunlar çok.” Aklıma gelen tüm cümleleri yutarak yürümeye devam ediyorum. Ama adam susmak ne demek bilmiyor. “Önceden annelerimiz pazara bile babalarımızdan izin alır çıkardı. Şimdi tek başına ülkenin bir ucuna gezmeye gidiyor kadınlar. Hiç mi korkmuyorlar, iti var sapığı var.”

“Yeter” diye bağırıyor Tuba. “Ben bu saçmalıkları dinlemek için gelmedim.” Aferin kız Tuba. Arkasını döndü. Sazlıkları yara yara yürüyor gerisin geri. Sinirli sinirli adımları. Kafa karışıklığı içerisinde kaşlarımı çatıyorum gidişini izlerken. Ben ne yapmalıyım acaba? Tepkimi koymalı mıyım onun gibi? Susmak nedir bilmeyen rehberimiz Tuba’nın gittiğini fark etti ama omzunu silkeleyip yürümeye devam ediyor. Peşinden devam ediyorum ben de. Elif nerede? Arkamdan geldiğini sanıyordum ama dönüp bakıyorum ki o da Tuba’nın peşine takılmış. Rehberle baş başa kalmışız. Hay Allah. Ben ne yapmalıyım şimdi? 

Adamın zevzekliğine tek başıma maruz kalma fikri beni korkutuyor. Doğru düzgün rehberlik yaptığı da yok, oradan oraya yürütüyor bizi sabahtır. Bu ne biçim gezi? Arkama bakıp duruyorum, acaba kızlara yetişebilir miyim şimdi koşmaya başlasam? Rehber ne düşünür? Adamın çok umrunda değil gibi diğerlerinin gidişi. En iyisi mi sessiz sessiz uzaklaşayım. Adamın peşinden sürüklenmek zorunda mıyım yani? 

Kızlara doğru sessiz ama hızlı hızlı yürümeye çalışıyorum. Çalılar hışırdayarak kaçışımı ele veriyor. Uzaklaştığımı fark eden rehber arkamdan bas bas bağırıyor. “Sena ne yaptığını zannediyorsun? Nereye gittiğini sanıyorsun?” Kalbim gümbür gümbür, yandık. Diğer kızların gidişine tek kelime laf etmedi, beni ses telleri elverdiğince azarlıyor. Ne şimdi bu? Hızlıca koşmaya başlıyorum. Gözüm kızlarda değil artık. Kaçmam gerek. Nereye olursa. Adamın hırıl hırıl bağırışlarını duyuyorum koşarken. Arkamdan geliyor mu gelmiyor mu emin değilim. Koş Sena koş. Nefes nefese kaldım. Derdi ne bu manyağın?

Kendimi bu saçma sapan durumun içinde nasıl buldum? Tarlaların arasında gezi rehberimizden kaçmak için can havliyle koşarken bunu düşündüm. 

Fazla kibarım sanırım. Hıhı’lar, evet’ler düşmez dilimden. Karşımdaki koşulsuz şartsız inandığı meseleleri anlatırken bana ne kadar yanlış gelirse gelsin dediklerini güzelce tepkilerle onaylarım. Ne düşündüğümü belirtmek yersiz gelir, yani sonuçta karşındaki koşulsuz şartsız inanıyor dediğine, benim söylediğim hiçbir şey onun aklında soru işareti bırakmayacak. İnanıyor yani ne yapabilirim? Hem de ne lüzumu var durup dururken zıtlaşmanın? Zaten tanışıklığımız epi topu birkaç saat sürecek. Bu kadar süre içinde “benim gibi düşünmüyor” etiketi yemeyi gereksiz görüyorum. Hemen karşı tavır alacak belki. Üstelik kim bilir beni ikna etmeye kalkacak, ben de onu iknaya çalışacağım, boşu boşuna yorulacağız ikimiz de. Bence benim bu karşı çıkmama huyum yüzünden gezi boyunca sadece bana konuştu adam. Sena şu şöyle oldu; Sena bu böyle oldu. Onu onaylayıp duruyorum ya bitiresi gelmedi anlatacaklarını. Mükemmel müşteri. Evet, hıhı, doğru, haklısınız...

Tuba da Elif de en başta karşı çıkmaya üşenmediler hiç. Ama sona doğru yoruldular herhalde, çünkü doğrusu rehberimiz bence kafadan kaçıktı, ipe sapa gelmez şeyler söylemeyi o kadar abarttı ki yani Granada’nın isminin Kayseri’nin bir ilçesinden geldiğini filan bile söyledi, ben “yaa öyle miymiş” dedim, tabi ki inanmadan, Tuba’yla Elif artık kendi aralarında konuşmaya dalmışlardı, rehberi dinlediklerini sanmıyorum yoksa bir tarih öğrencisi olarak Tuba hemen takır takır Granada’nın tarihini anlatmaya başlardı. E onlar kendi aralarında konuştukları için ben de sürekli “hıhı, evet” dediğim için rehberin sadece beni muhatap alması çok da ilginç değil. 

Doğrusu, tüm gün gezdirme karşılığı kişi başı on lira aldığı için seçmiştik bu rehberi. Düşününce, hiç konuşmadan bizi sadece gezilecek yerlere götürseydi fazla bile iyi bir fırsat sayılırdı. Ama bu dağ başındaki tarlaları gezilecekler listesine koyması, on liranın bile bu hizmet için fazla olduğunu düşündürüyor. Onca eski cami, müzeler filan varken ne bileyim... Tüm gün birazdan gezmeye değer bir yere götürecek bizi diye umdum. Birazdan doğru düzgün bir yere çıkacağız. Birazdan şu sarı tarlalardan başka bir manzara göreceğiz. Yok. Varsa yoksa şu buğday mıdır nedir başak tarlaları. 

Zaten topu topu birkaç günlüğüne geldik bu şehre, ziyan oldu günümüz. Ben bir şey demedim de Tuba ikide bir “şu camiye ne zaman gideceğiz”, “şu çeşmeye götürmeyecek misiniz” gibi sorular sorup durdu. İşe yaramadı tabi. Adam ağzının ucuyla “he tamam gideceğiz” dedi, hemen ardından istifini bozmadan saçmalıklarına devam etti. “Eğer Sevr anlaşmasını imzalamasaydık ki öyle bir şansımız da vardı ama İnönü Amerika’nın içerideki adamıydı onun yüzünden imzaladık, imzalamasaydık şimdi Amerika diye bir ülke olamazdı. Olsa olsa bizim bir ilçemiz olurdu. Şehir de değil bak. Ama ne oldu? Değerini bilemiyoruz ülkemizin. Senin haberin var mı bu topraklarda ne petroller ne altın, elmas madenleri var... Ama hepsi gavurun kontrolü altında. Askeri bölge diye kapatmışlar etrafını. Uydu görüntüleri alınması bile yasak. Üzerinden geçen uyduların görüntü almasını engelleyen sistemleri var. Tabi altın çıkarıyor elin Amerikalısı. Sonra hop kendi ülkelerine taşıyorlar. Geçen gittim bir tanesine Isparta’da. Dedim adamsanız beni içeri alırsınız. Ne dediler biliyor musun? ‘no törkiş’. İş makinelerinin gürültüleri geliyordu arkadan...”

Konuşurken konuşurken bizi gezici bir lunaparka götürdü. Tarlaların ortasında, bir iki derme çatma oyuncak. Biri minik bir dönme dolap. Bir de atlı karınca. Biz kaç yaşındayız, biz bunu mu istedik? “İlgimizi çekmiyor burayı geçelim.” dedi Tuba hemen. Onay almak için bile bize bakmadan. Tuba’nın her düşündüğünü söyleyebilmesini çok seviyorum ama bazen boşuna konuşuyor ve boşuna konuştuğunu fark etmiyor. Rehber onu dinlemedi tabi ki. Tüm gün boyunca ne dediğimizi dinledi ki? Onunla konuşmaya çalışmak dediklerini onaylamak dışında boşuna bir çabaydı, ben bunu en başından anladım. O yüzden “lunaparkı bence de geçelim” filan demedim. Gümbür gümbür müzikler dışında bomboş olan lunaparka isteksiz isteksiz girdik. Tuba girişte dikildi, “ben sizi burada beklerim” dedi ama Elif kolundan tutup yanına çekti. “Bu kadar somurtma, yol üstündedir o yüzden uğramışızdır. Çok durmayız, gideriz filan” diyerek ikna etti Tuba’yı. Tuba da rehberimizin yüzüne bakarak yüksek sesle ufladı. Rehber hafif bir omuz silkmeyle geçiştirdi her zamanki gibi. 

Dönme dolabın ve atlı karıncanın fotoğraflarını çektik. Öylesine. Yapacak başka bir şey olmadığından. Kimse olmadığı için ikisi de çalışmıyordu. Çalışsaydı da vaktimizi onlarla harcar mıydık bilmiyorum. Rehberimiz “Yemek arası” dediğinde neredeyse ben bile isyan edecektim. Çünkü burada patlamış mısır ve pamuk şeker dışında yenilebilir hiçbir şey yoktu, sabahtır yürüyorduk, değil açlık yatıştırmak, bunlar dişimizin kavuğunu bile doldurmazdı. Tuba “şaka yapıyorsun” der gibi baktı rehbere. Rehber ciddiliğini bozmayınca “yok artık daha neler” dedi Tuba. Rehberimiz işi iyice pişkinliğe vurdu. “Bir şey yemek zorunda değilsin, zorla değil, istemiyorsan yeme” dedi Tuba’ya. 

Sabahtan beri kendime kızıp durdum, ne demeye bu rehberin peşine takıldık sanki, hep de benim suçum, bu rehberi ben buldum sayılır. İnternette hakkında yazılan olumlu yorumları okudum, ucuz olunca da işte. Kızlara sordum, nasıl sizce filan. Onlar da “ooo iyiymiş” dediler. Ama neden kimse yorumlarda tek bir kötü şey yazmamış hayret bir şey. Otantik filan diyenler vardı da, ne bileyim otantikliğin sosyopatlık olduğunu. Manyak adam. Koca bir günün öğlen yemeği olarak bize patlamış mısırla pamuk şekeri uygun görmüş. Dedim ah salak Sena. Al, öve öve bitiremedikleri rehbere bak sen. Al. En az dört saat daha berabersiniz. 

Karın açlığımızı patlamış mısırla bastırmaya çalıştık, ne yapalım. Kızlarla eğer bir büfe market filan görürsek en azından bir ekmek peynir alırız diye anlaştık. Bir de şehir merkezi gibi bir yere çıkarsak rehbere ücretini verip onu postalayacaktık. Kendi başımıza çok daha iyi gezerdik. Sessizce “tamam” dedim yaptıkları plan için, “ben de varım.” Rehberin bizi duymasından epey çekiniyordum. Belli mi olur sırf gıcıklığına bizi merkeze hiç götürmeyebilirdi. Tabi en nihayetinde merkezin nerede olduğunu bilmeden firar etmek zorunda kaldık da neyse. Neyse ki kaybolmadık pek. Sora sora yolu bulduk.

Şimdi şu dizili dizili sandalyelerin üstünde burada ne işimiz var diye düşünerek oturuyorum. Yani neden dönüp dolaşıp buraya geri geldik? Çok dürüstüz. Fazla. Çektiğimiz reste rağmen günün sonunda rehberin ofisine gittik, turun resmi bitme saatinde dikildik kapısına. Aramızda tatsız olaylar geçti rehber bey, siz çok dik kafalı, salak, boşboğaz, düşüncesiz ve korkunçtunuz, biz de sizi tarlaların ortasında bırakıp şehre dönmüştük. Bu saate kadar kendimizce istediğimiz yerleri gezdik, istediğimiz şeyleri yedik. Dedikodunuzu yapmayı da ihmal etmedik. Ama vicdanımız bize ücreti ödemediğimizi hatırlattı, ne kadar saçma bir gezi de olsa ve hiç hak etmediğinizi de düşünsek. Ama işte buradayız, sırf parayı ödememek için kaçmışız gibi olsun istemedik. On lira mıydı kişi başı? 

Cüzdanımı karıştırıyorum, Allah’ım lütfen bozuk param olsun diyerek ellilik yüzlük banknotları aralıyorum. Çünkü ne para bozdurmakla ne de para üstü beklemekle uğraşmak istiyorum. Tahminim o ki rehberde para üstü filan bulunmaz. Uğraş dur. Neyse ki pörsümüş bir on lira çıkıyor cüzdanımdan. Allah’ım sana çok şükür. Kızlar rehberin gelmesini beklerken memnuniyet anketlerini dolduruyor. Ben bunu dünden hallettim. Dün anketi internetten indirdim ve daha sonra uğraşmamak için öylesine doldurdum. Bir an aklıma hep olumlu şeyler yazdığım geliyor, neyle karşılaşacağımı bilmiyordum tabi nasıl bilebilirdim ki? Yeni bir form alıp doldursam mı diye düşünürken rehber geliyor yanımıza. Onu görür görmez arkamdan bağırışı geliyor aklıma, tüylerim diken diken oluyor. “Ücretleri ve formları alayım” deyince dünden doldurmuş olduğum olumlu yorumlarla dolu anketi alelacele uzatıyorum on lirayla beraber. Tuba “biz daha bitirmedik” diyor. “Evet” diye onaylıyor Elif. Neler neler yazıyorlardır kim bilir. Kızlara bağırma meselesini hiç anlatmadım. Onlar epey ilerdelerdi, rehberin bana nasıl bağırdığını duymadıklarına eminim. Eğer duymuş olsalardı Tuba polise filan gitmemiz gerektiğini söylerdi, eminim. Hayatımda hiç o kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Neyse ki arkamdan kovalamaya filan kalkmadı. Neyse aman. O da ben de bir şey olmamış gibi davranıyoruz. Bu saatten sonra kaç saat öncesinin meselesini açmaya gerek yok.

Rehber elinde benim formumla içerideki odaya giriyor. Arkasından bakakalıyorum, formu geri istesem... Ama isteyemiyorum. Neyse artık, kızlar benim yerime de diyordur diyeceklerini. Birkaç dakika sonra rehber tekrar geliyor yanımıza. Kızlardan formları ve ücretleri alıyor, sonra bana dönüp “pek gözüm tutmamıştı seni ama iyi biriymişsin meğerse.” diyor. “Allah” diyorum içimden, “anket cevaplarımı okumuş. Onların firma yetkilileri tarafından okunması gerekmiyor muydu?” Yorum yapmıyorum. Yalnızca yapmacık yapmacık gülümsüyorum adama. Bir yandan da canımı sıkıyor beni gözünün tutmadığını söylemesi. Yani tüm gün onu sadece ben muhatap aldım, sadece ben dinledim, sadece ben onayladım, turu bırakınca adam sadece benim arkamdan bağırdı, bu mu yani, beni gözü tutmamışmış mı? Tuba kaşlarını çatarak bakıyor rehbere. Sonra bize dönüyor “hadi gidelim.” diyor. Kafamızı sallıyoruz Elif’le. Çantalarımızı omzumuza asıyoruz. Arkamı dönüp “İyi günler” diyorum kapıdan çıkarken. Ah şu kibarlığımı bazen boğasım geliyor.
Yorum Gönder

Back to Top