Farklı bir şehre taşınıp da tüm tanıdıklardan azade yeni bir hayata başlamanın en zorlayıcı kısımlarından biri de yeni tanışılan kişileri eskilere benzetmek. Seni eteğinden tutup geriye doğru çeken geçmişin hayaletlerine rağmen karşıdakinin biricikliğine inanmaya kendini zorlamak. Daha da fenası eskilerin yüzlerinin görülmeye görülmeye silinmesi ve yeninin eskiyi işgali. Ve herkesin böylelikle birbirine benzemeye başlaması. Bu şehre ilk taşındığım günlerde sokakta gördüğüm insanları eski tanıdıklarıma benzetmek bana muziplik gibi gelmişti. Kendimi az biraz da kınamış, her şeyi arkada bırakmanın hakkını veremediğimi düşünmüştüm. İş yerinde tanıştığım insanları hatırlamak için de eskilerden destek alıyordum. “Kırmızı ruj sürerse Aslı’nın aynısı olur.”, “Çenesindeki ben Hakan’ınkine benziyor.” gibi benzetmelerle Merve’yi Aslı sayesinde hatırladım, Murat’ı Hakan. Hatıraların üstüne basa basa ilerledim. İnsanların yüzleri yamuldu, başları ezildi, üstleri ayak izlerimle doldu. Yenilerin eskilerin yerini almasına da müsaade ettim. Her şeyi bırakıp gitmeyi beceremediğim çok açıktı. Ailemi özlüyordum. Şehrimin aşina olduğum yüzlerini özlüyordum. Bu özlem beni birilerini birilerine benzetmeye daha da fazla zorluyordu. En sonunda ise kimseyi kimseden ayırt edemez hale geldim. Bir sonra gördüğümün öncekini andıran bir tarafı mutlaka oluyordu. Ya burunları, ya saçları, ya elmacık kemikleri, ya dudakları benziyordu. Böyle böyle tüm yüzler saydamlaşıp üst üste bindi ve tek bir kişi oldu. Arkadaşlarımın ve ailemin yüzünü unuttum. Aynada kendimi tanımakta zorlanıyordum. Görüp görebildiğim herkesin benzediği o tek yüzdü. Ben de dahil herkes aynı surete sahipti sanki. Sokağa çıkmak işkence haline gelmişti. Sağda solda tek tük tanıştığımız insanlar çıkıyor, beni durdurup kırgınlıkla neden selam vermediğimi soruyorlardı. Kan ter içinde uyanılan kabuslardan bir farkı kalmamıştı hayatımın. İşi bırakmak zorunda kaldım, evden çok mecbur kalırsam çıkar hale geldim. Ama böyle yaşanamayacağı çok açıktı. Paramın suyunu çekmesine yakın, bir doktora görünmem gerektiğini anladım, en azından işe dönmeliydim. Bilgiç doktor birkaç tetkikten sonra aylardır yaşadığım dehşeti hesaba hiç katmadan latince bir isim uygun gördü rahatsızlığıma. Ve yaşayacağım dehşeti de hiç hesaba katmadan bunun bir çaresinin olmadığını söyledi. Onda da diğerlerinin aynısı bir burun, aynı bir çift göz ve aynı bir dudak vardı. Ama nedense Hakan’a benzediğini hissediyordum. Onu hatırlayınca içim burkuldu. Aslı’yı hatırladım. Çocuğu hatırladım. Hepsinin görüntüsü birbirinin aynısıydı, salonumuzda birbirinin aynısı iki insan sarılıyordu. Benim Aslı’m hangisiydi, Hakan hangisiydi bilmiyordum. Kalorifer peteğinin dibine çömelmiş bir çocukla göz göze gelmiştik. Çocuk gözlerini annesinden almıştı. Gözyaşlarını benden belki. Çıt çıkartmadan ağlıyorduk. Aslı’nın çocuğun orada olduğundan haberi yoktu belli ki. Beni de kapıyı çekip çıktığımda fark etmişti. Boş yere arkamdan koşmuştu, ama ben arkamdan koşan Aslı mıydı Hakan mıydı bilemiyordum şimdi. Aslı’ya sarılan ben miydim, ağlayan Hakan mıydı? Kapıyı çekip çıkan hangimizdi? Bunu bilmeme imkan yoktu. Bu şehre kendimi de geride bırakıp gelmiştim.
Not: Ek zorluk kullanılmamıştır