Maden suyu şişesi yere değmesiyle birlikte sivri köşeli yeşil camlara dönüştü. Dönüşmek sayılır mı tam bilinmez. Az önce içinde mineralleriyle fokur fokur kıpırdaşan bir sıvının barınağıydı. Bir okul bahçesi duvarının dibinde formunu kaybetmeden hemen önce bir lise öğrencisinin sağ elinin parmaklarıyla kavranmış ve defalarca ağır ağır bir aşağı bir yukarı hareket ettirilmişti. Şimdiyse bir zamanlar şişe olduğu yadsınamaz ama şu an bir şişe olduğu da söylenemez bir haldeydi.
Metin maden suyunu içiyor ve geyiriyordu. Belki de yüksek sesle geyiriyordu ama okul çıkışı gürültüsü, sesi bastırmıştı. Bir de okulun son günü olduğu için her zamankinden daha neşeli sesler her zamankinden daha yoğun çıktığı için duyulmamış da olabilir, o tür sesler pekala yüksek tondadır çünkü. Öğrenciler ellerinde karneleriyle birbirlerine sarılıyor –bunu yapan yalnızca kızlardı- ya da ellerini hızlı hızlı oynatarak birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalışıyorlardı. Şeyda’ydı hemen önündeki. Beline kadar uzattığı kahverengi saçlarına fön çekmişti, ama Metin bilmezdi fönü falan, hayran hayran bakmıştı yalnızca. Şeyda’ya bir türlü açılamadığını düşünüyordu o sırada. Hem kendine kızgın hem de kendinden utanmış bir hal içerisindeydi. Karnesinde bir marifet yoktu, vasatlığı yüzüne çarpılırcasına zor bela aldığı bir teşekkür belgesi. Mavisi ayrı çirkin, sarısı ayrı çirkin mavi sarı çerçeveli bir karton. Umursamazdı zaten böyle şeyleri. “Abi ya buna öpüp başıma koycam” gibi şeyler söylemişti sınıf arkadaşlarına. Sırıtarak tabi. Sırtlara vurmacalar. Şeyda esprilerin havada uçuşmaya başladığı sırada gülme değil ama öksürük krizine tutulmuştu. Peçetesiyle ağzını kapatıp gözyaşları içinde kantine su almaya koşturduğunda karnelerini almayı, alıp da bir an önce tatile girmeyi bekleyen sınıfta kahkahalardan başka bir şey duyulmuyordu.
Yazın başında kütür kütür öksürmek çok kimseye nasip olmaz ya Şeyda pek de ayrıcalıklı hissetmiyordu kendini. Kaç gündür yatağında kat kat battaniye altında annesinin demlediği limonlu zencefil çayından başka boğazından geçen bir şey yoktu, belki mercimek çorbası, o da iyice çekilmiş olmak şartıyla. Böyle bir haldeyken okula gitmek istemişti işte. Karnemi alır gelirim demişti koridor aynasının karşısında rujunu sürerken annesine yakalandığında. Hem gerçekten daha iyi hissediyordu. Belki temiz hava alması da lazımdı. Falan filan işte, annesi içi huzursuz bir şekilde “Tamam” demişti. “Karneni al, gel.” Annesinin endişesi her annenin duyabileceği türden bir endişeydi. Özenle işlediği kanaviçeleri her an mahvolacakmış gibi bir his. İşlerken iplikler birbirine karışacak, işlenmiş havlunun üzerine vişne suyu bulaşacakmış gibi. Komşuları en çok onun el işlerini överdi. “Şu dantel ne güzel”, “bu kazağı sen mi ördün”, “bize de bir şeyler işleyiver”, “ne hamarat kadınsın.” gibi yürek okşayıcı cümlelerin yanı sıra anneliğini de yücelten laflar ederlerdi. “Şeyda ne kadar hanım hanımcık bir kız, maşallah ne de iyi yetiştirmişsin. Artık kızlarda hiç edep, ahlak kalmadı bu zamanda böylesi zor bulunur.” Böyle zamanlarda göğsü patlayacakmışçasına kabarırdı. Onca kavgayı dövüşü unutur, sanki gerçekten kızıyla arasındaki her şey mükemmelmiş gibi hissederdi. “Okulu tatile girsin hele bir, o da başlayacak örgüye, tığa” derdi. “Yardımcı oluyor bana temizlikte, evin tozunu o alıyor hep” derdi. “Geçen bir pilav yaptı, ben o kadar iyi yapamam” derdi. Derdi de derdi. Gıpta eder bakışlarla komşular kendi çocuklarında da övülecek şeyler bulmaya çalışırdı. Ama eldeki malzemeyle zor bir işti doğrusu. Bir kere hemen hepsi erkek annesiydi. Parlak olmayan notlarla, parlak olmayan karnelerle, ihtarlarla, çantalarının diplerine sakladıkları sigaralarla, at yarışı kuponlarıyla eve gelirlerdi. Veli toplantılarında hocaların dert yandığı annelerdi onlar. Çocukları Şeyda’nın tırnağı olamazdı görünüşe göre. Eh kendilerine kötü anne etiketini de yakıştıramıyorlardı, “seninki napıyor” denilince “iyi ne olsun” der ardından hemen konuyu değiştirirlerdi. “Ya şu dantelin modelin var mı, ne hoş duruyor” filan derlerdi. Şeyda’nın annesi karşısındakinin sesinin değiştiğini fark etmemiş gibi yapar anlatmaya koyulurdu. Misafirleri gidip de Şeyda okuldan geldiğinde onun günden güne değişiyor olduğunu fark eder, içi hop ederdi. Bir akşam üzeri camdan bakarken eteğinin evdeki boyundan farklı olduğunu gördüğü günden beri içinde dinmek bilmeyen bir cızıltı peyda olmuştu. “Genç tabi beğenilmek istiyor” filanlar da yetmiyordu içini rahatlatmaya.
Günlerce hasta hasta yattıktan sonra sabahın köründe süslenip püslenip ayağa dikilmesi hayra alamet değildi pek. Böyleydi işte gençler. İyileşince birden iyileşiyorlardı demek ki. Tartışmadı boşuna. Şeyda o haliyle okula gitti.
Öksürüğü dinip de sınıfa geri döndüğünde kahkahalar epey azalmıştı. Karneler dağıtıldı ve herkes bahçeye çıkıp cuma törenini beklemeye başladı. Metin kantine gidip kendine bir maden suyu almıştı. Bayrak töreni sırasında Şeyda’nın hemen arkasında duruyordu. Törene kadar maden suyunu içti ve şişesini okulun bahçe duvarının üzerinden dışarıya fırlattı.