Tramvay
Ağlayasım vardıysa da tuttum kendimi. Zayıflığımın vücudumun ötesinde olduğunu görmesini istemediğimden. Türk filmi olsaydı mendilimi pencereden sallayarak doya doya ağlardım. Sonra da düşünceleri bile bastıran lokomotifin gürültüsünde burnumu fışır fışır silerdim, benim gibi aciz görünümlü kadınlarla dolu olurdu kompartıman. Birbirimizin kollarını okşardık ne dediğimizi bilmeden tesellilere kalkardık filan. Yok yok. Topuzumdan utanırdım ağlasam. Kendime güvendiğimi ilan eden ses tonumdan. Güzel olmak için makyaj yapmama gerek yok ama bakın ne kadar da sade bir makyajım var imajımdan. Gözlerimdeki pırıltı iyi görünsün diye kirpiklerimi kaşlarıma değecek kadar kıvırmıştım. Bu gözlerde bir gram acziyet görebilir miydiniz? Hayır hayır, katiyen. Görüp görebileceğiniz yıkılmadım ayaktayım tebessümü ve görüşürüz kendine iyi bak baş selamıydı. Beni buraya kadar uğurlayan bu adamı son kere gördüğümü bilmiyor muydum? Bilmiyordum. Görüşürüz dedikten sonra ikimiz de susmuştuk “ölümlü dünya, belki görüşemeyiz hakkını helal et” demişti. Budala seni, aptal, aptal. Helal olsun’a yakın bir şeyler mırıldandım. Kapılar kapanmadan da kendimi içeri attım. Haftasonunun kalabalık itiş kakışında tutunacak yer bulduktan sonra pencereden ona el salladım ama mendilsiz. Ağlayacak olsam o anda yaşa sümüğe karışmıştım ya tuttum kendimi.
Sandalye

İlk iş günü. Benim için ne ifade etmeli? Yıllarca uğraşmalarımın sonucu bu sandalyeye oturmak. Tebrikler çok rahattır kendileri. Üzerine oturup üç yüz altmış derece turlara çıkabilirsiniz, o ne demekse. Dişimi sıktım hızlı hızlı bitirdim günü. Zaten ne nerede kim nedir gibi şeyleri öğrenmekle geçti zaman. “Neyle meşgulsünüz?” “Efendim kendi ayaklarım üzerinde durma sanatını icra ediyorum.” “Ooo ne ala ne ala, kesin yalnızlıktan ölüyorsunuzdur” “Ne münasebet!” Birazdan çantamı toplayıp bu uzun binanın dibinden dışarıya sızacağım. Ev dediğim tek göz bir daireye gidip rahat olmayan bir sandalyede yemek yiyeceğim. Belki babamı ararım ve biraz laflarız. Kız kısmının neyine çalışmak, çok istiyorduysan öğretmen olurdun, müstehakını bulmuşsundur inşallah filan der. Kıkırdayarak gülerim, mutluyum sansın. İş yerinde millet iyice gevşedi. Koca koca adamlar birbirine kağıttan uçak yapıp atma kıvamına geldi. Biraz samimi davranacak olsam tepeme çıkarlar, bilirim böylelerini. Sohbetlerine kıyıdan köşeden dahil olmamak için telefonumu çıkarttım, yansımasından kendime bakadurdum. Bu şeye boşuna siyah ayna demiyorlar. Ekrana birden abimin resmi geldi. Ellerimden kanımın çekildiğini hissettim. Telefonu telefon gibi titreyerek kulağıma götürdüm. İlk iş günümün bana ne ifade ettiğini söyleyim mi? Söylemesem daha iyi.
Merdiven
Ekmek alma görevi yıllarca benim oldu. Önceden evin küçüğü olduğum için gönderirlerdi. Babam sonradan abin alsın dediyse de bu görevi iyice benimsediğim için bırakmadım. Seneler sonra aynı eve aynı ama farklı kişilere ekmek almak için aynı fırına gitmiştim. Elimde ekmek poşetiyle yılların alışkanlığıyla büfeden babamın gazetesini alırken dehşete düştüm. Tutamadım kendimi ağlamaya başladım. Gazeteyi eve götürmeye ne lüzum vardı? Şuracıkta apartmanın girişine bıraksam ne olurdu? Merdivenlere oturup gözlerimin kızarıklığının geçmesini bekledim. Biri hariç tüm ailem yalnızca birkaç kat yukarıdaydı. Bir ölümün dirileri bu denli birleştirmesi olacak iş değildi. Ayak sesleri duydum. Abimin ayakları göründü. “Kız nerde kaldın?” demek içinmiş patırtısı. Dik duruşumu takındım. Gözlerine bakmazsam gözlerimi görmeyeceğini umarak apartmanın duvarlarını filan inceledim. Kolumu sıkıca tuttu. “Senin yüzünden annemin aklı çıktı” dedi. Benim yüzümden tabi. Kız başıma ne işim vardı koca şehirde yapayalnız? Benim yüzümden.
-------------
Bu öyküyü bi atölye çalışması için derse yarım saat kala bitirdim. Hiçbir şeyiyle iddialı değil -başlığı dahil- Resimlerini de birer dakikada çizdim ve çok eğlendim.