Merhaba sevgili okurlar. Bu haftaki konumuz vücudumuzdaki mikroorganizmalar. Biraz bilimsel araştırmalardan biraz da bunların bana düşündürdüklerinden bahsedeceğim. Ayrıntılı araştırmak isterseniz Türkçe dahil birçok kaynak var. Son zamanlarda revaçta olan bir konu da bu, bence büyük keşiflerden biri. Mikrop dediğimizde aklımıza hemen bizi hasta eden zararlılar geliyor ama mikropların büyük bir kısmı aslında bize dolu yararı olan tatlış yaratıklar. Hatta ve hatta yoklukları ölümcül sonuçlar bile doğurabilir.
Vücudumuzda 30 küsur trilyon insan hücresi bulunuyor. Vay canına demeden önce bir sonraki cümleyi de okuyun. Vücudumuzdaki mikroorganizmaların sayısı ise 100 trilyon. Kendi vatanımızda azınlığız anlayacağınız, hem de öyle böyle değil üç kat kadar bir farktan bahsediyoruz. “Yüzde otuz insanız demek ki” deyip durumu kabullenebilirsiniz. Ama bence burada şöyle bir yorum daha yerinde olur: Belki de mikroorganizmalar da bizim biz oluşumuza dahildir.
Her birimiz bir dünyayız. Kendi çapımızda. Ve vücudumuzun farklı bölgelerinde farklı türde mikroorganizmalar var. Bunların işlevleri de, tipleri de apayrı. Ellerimizde, ağzımızda, saç diplerimizde, bağırsağımızda. Bağırsak mikroorganizmalar için bir metropol gibi. En kalabalık yer. Capcanlı bir hayat var orada. Bizim normalde sindiremeyeceğimiz besinleri sindiriyorlar, vücudumuz için vitamin üretiyorlar, zararlı mikroplarla savaşıyorlar, iştahımızı düzenliyorlar ve hatta ruh hallerimizi değiştiriyorlar.
Bağırsak mikrobiyotası denilen bu metropol hakkında biraz daha konuşalım. O kadar ilginç ki hepimizin mikrobiyotası birbirinden farklı. Çeşit çeşit bakteri türleri var, mantarlar var, arkeler var ve virüsler var. Bunların oranları, hangi türlerin ne kadar olduğu filan kişiden kişiye göre değişiyor. Parmak izi gibi. Hatta belki daha da kişiye özgü. Tek yumurta ikizlerinin bile bağırsak mikrobiyotaları birbirinden farklı. Tek başına genetik ya da tek başına çevre diyemiyorlar bu çeşitliliğin nedenine.
Peki mikroorganizmaların bağırsağa ilk gelişleri nasıl oldu?
Anne karnındayken nispeten steril bir ortamdayız. Doğum sırasında doğum kanalındayken annenin bakterileri bebeğe geçiyor. İlk ve en önemli yerleşme bu sırada gerçekleşiyor. Sezeryanla doğan bebeklerde ise doğum kanalına girmedikleri için bu bakterilerin geçişi söz konusu olamıyor. Anneden bakteri geçişi dokunmayla, emzirmeyle illa ki oluyor ama daha çok ciltteki bakterilerin bebeğe yerleştiği görülüyor. Sezeryanla doğan bebeklerde astım hastalıkları, çeşitli alerjiler, bağışıklık sorunları, çölyak ve tip 1 diyabet hastalığı ihtimalinin artış sebebinin de bu olduğunu söylüyorlar.
Emzirme de bakteri geçişi için oldukça önemli. Sütten bebeğe yararlı mikroorganizmalar bu sayede taşınıyor. Bebek hayatının ilk yıllarında mikroplar tarafından mesken tutuluyor ve yavaş yavaş bebeğin yerlisi olmaya başlıyorlar. Çocuğu steril bir ortamda büyütmeye çalışmak aslında ona kötülük yapmak oluyor. Zamanımızda artan alerjilerin sebebinin “fazla temizlik” olduğunu söylüyorlar. Antibakteriyel sabunlar, el temizleme jelleri, sürekli “aman mikropları öldürelim” takıntımız yüzünden yararlı mikroplar da ölüp gidiyor, vücudumuza yerleşecek fırsat bulamıyorlar. Bu sebeple onlardan gelecek faydalara da nail olamıyoruz.
Yetişkin bir birey olduğumuzda bağırsak mikrobiyotamız nispeten sabit bir hale gelmiş oluyor. Ama sürekli de sabit bir halde kalmıyor. Antibiyotikler en büyük düşman. Çünkü sadece zararlı bakterileri değil yoluna çıkan tüm bakterileri kıyıp geçiyor. Toparlanması ise kişiden kişiye göre değişiyor. Bir hafta da sürebilir, bir sene de. Beslenme elbette bu madalyonun diğer bir yüzü. Canlı bir bağırsak mikrobiyotası için lifli yiyecekler ve tahıllar olmazsa olmaz. Tek taraflı beslenmek, sürekli sebze ya da sürekli et yemek de tahmin edeceğiniz üzere mikrobiyotaya iyi gelmiyor. Probiyotik besinler var, içinde canlı bakteriler olan yiyecekler. Bunlarla da mikrobiyota zenginleştirilebilir. Mesela ev yapımı yoğurt, kefir, fermente sebzeler, kombuça çayı...
Bazı tip bakterilerin obeziteye yol açtığı farelerde gösterilmiş. Bir başka çalışmada ise strese karşı tepkilerde hiç bakterisi olmayan farelerin olanlara kıyasla daha kaygılı davranışlar sergiledikleri görülmüş. Yani bakteriler strese karşı dayanıklılık da sağlıyor aynı zamanda. Bu alanda yapılan çalışmalar etik sebeplerden dolayı daha çok hayvanlar üzerinde gerçekleştiriliyor, insana genelleme yaparken biraz temkinli olmakta fayda var.
İnsanlarla yapılan çalışmalar biraz çelişkili sonuçlar verse de probiyotiklerin düzenli kullanımının depresyon belirtilerini azalattığını bulanlar da var. Kaygılı insanların bağırsaklarında belirli bir çeşit bakterinin ağırlıkta olduğu da bulunanlar arasında. Otizmli kişilerin sıklıkla sindirim sıkıntıları yaşaması da araştırmacıları bağırsak mikrobiyotalarını incelemeye sevk etmiş. Ve gerçekten de bağırsaklarındaki bakteri türlerinin normal bir insandan oldukça farklı oranlarda olduğu görülmüş. Ama bu konu hakkında okuduğum her yazının sonu BAKTERİLERLE RUHSAL HASTALIKLARIN İLİŞKİLİ OLMASI ARALARINDA SEBEP SONUÇ İLİŞKİSİ OLDUĞU ANLAMINA GELMEZ diye bitiyor. Sanırım ruhsal hastalıkların beyinden bağımsız bir kaynağı olabileceğinden korkuyoruz. Ve belki de ilaç sektöründekiler kıvrım kıvrım kıvranıyor çünkü görünen o ki milyon dolarlık antidepresan sektörünün tahtı mini bir sallantı yaşıyor, ilaçlar yerini yoğurda mı bırakacak yani, tüü olur mu hiç.
İnsanlarla yapılan çalışmalar biraz çelişkili sonuçlar verse de probiyotiklerin düzenli kullanımının depresyon belirtilerini azalattığını bulanlar da var. Kaygılı insanların bağırsaklarında belirli bir çeşit bakterinin ağırlıkta olduğu da bulunanlar arasında. Otizmli kişilerin sıklıkla sindirim sıkıntıları yaşaması da araştırmacıları bağırsak mikrobiyotalarını incelemeye sevk etmiş. Ve gerçekten de bağırsaklarındaki bakteri türlerinin normal bir insandan oldukça farklı oranlarda olduğu görülmüş. Ama bu konu hakkında okuduğum her yazının sonu BAKTERİLERLE RUHSAL HASTALIKLARIN İLİŞKİLİ OLMASI ARALARINDA SEBEP SONUÇ İLİŞKİSİ OLDUĞU ANLAMINA GELMEZ diye bitiyor. Sanırım ruhsal hastalıkların beyinden bağımsız bir kaynağı olabileceğinden korkuyoruz. Ve belki de ilaç sektöründekiler kıvrım kıvrım kıvranıyor çünkü görünen o ki milyon dolarlık antidepresan sektörünün tahtı mini bir sallantı yaşıyor, ilaçlar yerini yoğurda mı bırakacak yani, tüü olur mu hiç.
En baştaki çıkarımımıza geri dönelim. Bizi biz yapan ne? Biz kimiz? Beynimiz ve onun hakimiyeti altında olan kısım mı yoksa vücudumuzu mesken edinmiş olan tüm minik organizmalarla bütün olarak içimizde dışımızda ne varsak hepsiyle beraber mi?
Şu videoyu çok sevdim, altyazılısını aradım ama bulamadım maalesef.
Bu da bu konuda hazırlanmış çok anlaşılır Türkçe bir video. Sanırım videodaki adamın “Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum” diye de bir kitabı var. Ben Türkiyeye gidince almayı düşünüyorum.
Ne kadar daha yazsam eksik kalacağını hissediyorum. O yüzden burada bırakayım. Daha ayrıntılı araştırmak isteyenler için hızlı bir özet olsun bu yazı. Bana çok büyüleyici geliyor bu konu. Hatta kafamda hep bir soru, biz insanlar da daha büyük bir organizmanın mikroorganizmaları mıyız acaba? Kim bilebilir. Bağırsağımızdaki bakterilerin onlara mikroorganizma dediğimizden haberi yoktur bence.
Bu haftalık bu kadar sevgili okurlar. Kaynakları eklemeye fazla üşeniyorum, yüzlerce sekmem var, her şey birbirine çok karıştı. Bu seferlik beni hoş görün. Sağlıcakla kalın, bakterilerinize iyi bakın.