Maastricht Günlükleri - Bir Günde On Yıl Yaşlanmak

Gönderen Etiketler: zaman:
Sormayın başımıza neler geldi. 

Geçtiğimiz cuma Hollanda’ya dönüş günümüzdü. Düsseldorf Havaalanında indik. Trene daha vakit olduğu için acele etmeden pasaport kontrolünden geçtik, valizleri bekledik. Yolculuğumuz rahat ve sıkıntısız geçiyordu, bir türlü gelmek bilmeyen valizlerimiz bile canımızı sıkmamıştı. Üç dört tren değiştirip en fazla üç saat sonra evimizde olacaktık.

Birazdan anlatacaklarımı henüz atlatamadım tam olarak, elim gitmiyor yazmaya. Ama anlatacağım. Kendimle yüzleşebilmem için bunları yazmam gerekiyor. Önce biraz ağlayayım.

Öhöm tamam, devam ediyorum. Valizlerimiz geldi nihayet. Havaalanının altında istasyon var. Saat sekiz buçuğu biraz geçiyor. Dokuz kırkta biletini dünden aldığımız, bizi Hollanda’ya götürecek olan tren kalkacak merkezden. Bol bol vaktimiz var yani. Gidelim de merkezde vakit geçirelim, bir şeyler yiyelim dedik. Güzel güzel bindik trene. Elimde telefon, durakları kontrol ediyorum. Eşim inmeden hemen önce diyor ki “Buraya defalarca gelmiş olmamıza rağmen durak isimlerini bilmiyor olmam benim için ne büyük lüks.” Benim koltuklarım kabarıyor tabii, ama hiç de mütevazılık yapmıyorum “yat kalk bana dua et” diyorum, çünkü durak isimlerini bilmiyorsa benim sayemde. Evimizin turizm bakanı olarak biletleri aldığım gibi bu tür yol planlarını da ben yapıyorum.


Trenden indik, merdivenleri ellerimizdeki valizlerle indik. Aşağısını metro çarşıları gibi düşünün. Yiyecek içecek yerleri, mağazalar filan var. Biraz ileride bir maket gördük, bir şehir maketi, vaktimiz de var ya incelemeye başladık. Bir tane binanın çatısında yangın çıkmış, dumanını filan yapmışlar, bir tane itfaiye arabası hortumla yangına su tutuyor, suyun sıçramasını bile eklemişler makete. Şehrin etrafında bir tren var, para atarak o trenler sürülebiliyor. Maket oyuncak karışık bir şey. Eşim fotoğraf çekmez ama bana çektirmeyi sever. “Bence bunun fotoğrafını çek” dediğinde biraz durakladım. Elimi çantamın olması gereken yere attım. Eşime baktım. Üstüme baktım. Gözlerim kocaman oldu. Kalbim gümbür gümbür. Çantam, çantam yok, çantam nerede diye sayıklamaya başladım. Eşime doğru düzgün bir şey diyemeden merdivenlerden geri yukarı koştum. Neredeyse merdivene yüz üstü kapaklanacaktım. Tren hâlâ perondaydı, kapı açılsın diye düğmesine bastım ama gözümün yaşına bakmadan hareket etmeye başladı. Biraz peşinden koştum, ne işe yarayacaksa. Koşarken camdan belli belirsiz çantamın koltukta olduğunu gördüm. 


Eşim iki valizle merdivenleri çıktığında, iki omzum yerde, “gitti, çantam trende kaldı” diye sayıklamaya devam ediyordum. Tüm olup bitenler o kadar gerçekten uzak geliyordu ki. Çantamda pasaportum, oturma iznim, anahtarlarım, cüzdanım, “güvende” olsun diye yanıma aldığım altın takılarım, telefonum, kısacası Hollanda’da var olabilmemi sağlayan tüm belgelere ek olarak ufak çaplı da bir servet vardı. Ama henüz umudu yitirmek için çok erkendi. Bir görevliye durumu anlatacaktım, onlar hallederdi, hemen telefon açarlardı trene, bilet kontrolü yapan bir görevli çantamı bir sonraki durağa bırakır, biz de gider alırdık. Kırk dakika sonraki Hollanda trenine de yetişir, evimize yine planladığımız saatte ulaşırdık. Diye düşündü Pollyanna Sena.

Şimdi bu noktada durup bir insan nasıl en değerli şeylerini koyduğu çantayı trende öylece bırakıp gider diye düşünebiliriz. Basiretsizlik mi, saflık mı, salaklık mıdır sebebi? Fazla rahat olmak mı ya da? Trenden iniş anımızı hatırlamaya çalışıyorum. Montumu çıkartıp yanıma koymuştum, çantam da montumun altında mı kalmıştı? Pişmiş kelle gibi sırıtıyordum trende. Yolculuk stresinin sonlarıydı, Pegasus uçuşu iptal etmemişti, X-Ray’den ikinci sefer taranmak zorunda olsam da geçebilmiştim, valizlerimiz sağlamdı. Şimdi suçu rahatlığa atmak biraz zalimce olacak. Suç bende ve benim bir karış havadaki aklımda. Eşime her şeyi yüz kere kontrol ettiği için attığım nutuklarda. Zavallım, onun da kırk yılın başında arkamızı kontrol etmeyesi gelmiş. Al Sena, al sana işte. 

İkimiz de allak bullağız, bu yetmiyor gibi tek bir görevli göremiyoruz etrafta. Artık öyle bir hale geldim ki, arması olan herhangi birinin yanına gidip (meğerse polarının markasıymış) derdimi anlatmaya çalıştığım oldu. Neyse merdivenlerden indik tekrar. Ama ben nasıl paniğim nasıl. Kafamda şey var, başımıza bu işi ben açtım ben halletmeliyim. Eşimin dediklerini dinleyemiyorum bile, sürekli görevli bulacağız, diyorum. Bilet satılan bir yer gördüm, eşim diyor ki onlar ilgilenmez, ben tabii ki onu dinlemiyorum, çünkü kriz anlarında zekâm bir sürüngen seviyesine iniyor. Hemen pat diye dalıyorum içeriye. Çantamı trende unuttum napmam gerek? diye ağlar bir tonda soruyorum. Bana burası değil diyorlar, bir yer tarif ediyorlar ama kafamın o tarifi almasının imkanı yok. Dışarı bir çıkıyorum ki eşim etrafta görünmüyor. Olmayan telefonumu almak üzere elimi olmayan çantama atıyorum. Hollanda numarasını ezbere de bilmiyorum. Bir anda dank ediyor kafama. Birbirimizi kaybettik ve ona ulaşma imkanım yok. 


Bana tarif ettiklerini düşündüğüm yere doğru yürürken bir yandan da hıçkıra hıçkıra eşimin adını bağırdım. Bunun üzerine sesimi duyan birkaç Türk genç geldi yanıma “Abla yardıma ihtiyacın var mı?” diyerek. “Çantamı trende unuttum, eşimi de kaybettim” dedim. “Hemen bulalım abla eşini, tarif et” dediler, bir ikisi onu aramaya gitti, biriyle de anons yaptırmak üzere danışma masasına yürüdük. Anons yapmaya kalmadan eşimi bulup getirdiler sağ olsunlar. O da meğerse telefonumun cebimde olduğunu sandığı için kayıp eşya bürosunu bulmuş, orada sıra beklemeye başlamış, sonra yanıma gelecekmiş.

Bu Türk gençler Allah razı olsun gerçekten bizim için koşturdular. Akşam boyunca çevirmenliğimizi, sözcülüğümüzü yaptılar. Hep beraber tekrar büroya gittik. Hangi tren olduğunu söyledik. Görevli telefon açtı makiniste. Trende başka çalışan yokmuş, duraklarda da makinistin inmesi mümkün değilmiş, o yüzden çantam eğer biri çalmazsa son durağa kadar koltukta uslu uslu gidecekmiş. Yarın sabaha kalır iş dedi kadın çıktı işin içinden. Dedik ki biz Hollanda’ya gideceğiz, pasaportsuz mu gidelim, yolda polis çevirse cezası nezaret. Hiçbir çözüm sunma derdi yok. İsterseniz bekleyin, tren geri dönünce alırsınız filan dedi görevli. Türk gençler son durağa arabayla gitsek yetişir miyizin hesabını yaptı. Oluru yoktu. 

Sonrasında neler olup bittiğini kafam hiç almadı ama bizim gençler başka bir görevli bulup birilerine telefon açtırdılar, birileri bir şeyler dedi, telefonda birileri çantamın bulunduğunu, şu an makinistle beraber olduğunu söyledi. Ama gerçekten olayları takip edemedim, gençler sürekli birileriyle konuşup, birilerinin telefon numarasını kaydetti, bize en son söyledikleri şey o trenin saat 00.21’de buraya geri döneceği ve çantayı makinistten alabileceğimiz oldu. 


İşlerin o saate kadar uzaması bizim bu akşam trenle eve dönme hayallerimizin suya düştüğü anlamına geliyordu. Ya burada bir yerde otelde kalacaktık -eksik kimlik belgesinden ötürü sorun çıkmayacağını umarak- ya da bizim koruyucu ailemiz olan Ahmet Abiler’den yardım isteyecektik. Eşim ikinci seçeneğin daha iyi olduğuna kanaat getirdi, utanıp sıkılarak aradı Ahmet Abi’yi. Onun da fabrikada gece mesaisi varmış tam, ama Allah razı olsun, bizi alması için oğlunu göndereceğini söyledi. Saat on iki buçukta işimizin biteceğini söyledik.

00.21 trenine daha saatler vardı, gençlere dedik ki siz bizi beklemeyin gidin, acıkmışsınızdır yemek yiyin, akşamınızı zaten meşgul ettik, kalanı biz halletmeye çalışırız. “Olmaz öyle, siz misafirimizsiniz, içimize sinmez sizi öylece bırakmak” dediler. Allah razı olsun diye diye bir hal olduk. Hadi o zaman birlikte yiyelim dedik, istasyona yakın bir Türk lokantasına girdik. İştah filan kalmamıştı bende, yine de zorla bir kase çorba içtim. Gençler bir yolunu bulup bizim yemeklerimizi de ödemiş. O akşam iyilik altında ezilmenin nasıl bir şey olduğunu tüm varlığımla hissettim. 

Bu arada koşturmanın derecesini düşünün, ancak oturup da yemek yemeye başladığımızda öğrendik isimlerini. Almanya’nın Krefeld diye bir şehrinden buraya gezmeye gelmişler birkaç arkadaş. İkisi Türk, biri Çeçen, biri Dağıstanlı. Düsseldorf’ta çok Türk var gibi geliyordu bize ama Krefeld tam bir Türk yerleşimiymiş, kendilerine ait mahalleleri, altı yedi tane camileri varmış. 

Yemek yedik, çay içtik derken bir şekilde vakit geçti. Saat on iki olunca tekrar istasyona döndük. Dört gözle treni beklemeye başladık. İşte, diye düşünüyordum, hikayenin sonu burası, çantamı alacağım, inşallah içinde bir eksik gedik olmayacak, birazdan da bizi almaya gelecekler, bu gece rahat bir uyku çekeceğiz. Tren perona geldi, makinistin yanına koşturduk hepimiz. “Beyaz çanta” diyor gençler. “Trende kalmış, siz verecekmişsiniz” falan filan. Bunun üzerine makinist o kadar net konuştu ki liseden kalan Almancamla bile ne dediğini kelimesi kelimesine anladım: Burada beyaz bir çanta yok. Bende beyaz bir çanta yok. Diyorum ki burada hiç beyaz çanta yok.


Hepimiz allak bullak öylece kalakaldık. Peki ya şimdi ne olacak? 

Aşağı indik, tekrar danışmaya gittik. Tren saatleri tablosunda aynı güzergahta başka bir tren görünüyor. Danışmadaki görevli dedi ki, sizin tren belki de odur. İsterseniz bir de onun makinistine sorun. Bu arada Ahmet Abi’nin oğlu ve eşi geldi bizi almaya, arabanın dörtlülerini yakmış istasyonun dışında bizi bekliyorlar. Valizleri bıraktık onlara, çok özür dileyerek işimizin biraz uzadığını söyledik. Benim yüzümden bir sürü insana bir dolu minnet borcumuz birikmeye devam ediyordu. Geri istasyona döndük. Biz valizleri arabaya bırakırken gençler yine birilerine telefon ettirmiş, Köln’deki kayıp eşyalar bürosuna bir çanta bırakıldığını öğrenmiş. Çantanın rengini filan öğrenememişler ama Türk bir görevli büyük ihtimalle onun benim çantam olduğunu söyledi. Boşuna sonraki trene sormayın dese de yine de çıkıp sorduk, o trenden de çıkmadı. 

Yarın sabah altıda Köln’e gidip sorun dediler. Öyle kolaydı. Cumartesi açık olur mu diye soruyoruz, “bilmem ki” filan diyorlar. Açık olacağına emin olsak eşim otelde kalırdı bir gece, ben dönerdim filan bir şekilde hallederdik. Artık Allah kerim, inşallah benim çantamdır Köln’deki diyerek gençlerle vedalaştık ve bizi bekleyen arabaya gittik.

Eve geldik ama nasıl yorgunuz, nasıl hayal kırıklığına gark olmuşuz. En kötüsüne hazırlamaya çalışıyorum kendimi. Konsolosluktan pasaport çıkartılacak, oturum izninin kaybı bildirilecek, yeni telefon, yeni hat alınacak. Ölme eşeğim ölme. İşin kötüsü bizim şehirden Köln’e gitmek de öyle kolay değil, dört aktarmalı filan, gidecek olan ben olsam gocunmam, benim hatam ben çekerim, ama evrakım yok, bilet kontrolünde nezarete atılmak an meselesi, mecbur eşim gidecek. 

Bu arada eşim ailemizin kriz bakanlığında iyice rütbe atlamaya devam ederek Köln’de yaşayan bir öğrencisiyle irtibata geçmiş. Benim bu kısımlardan hiç haberim olmadı, salonda ağlayarak valiz boşaltıyordum o sırada. İçeriden bana seslendi: Köln’de adam buldum, çantayı o alacak. Kafamda tonla soru var ama mahcubiyetten tek kelime edemiyorum. Kim bu adam? Nereden çıktı? Nasıl olacak? 

Meğerse bu da eşimin camide karşılaştıkça selamlaştığı bir Türk öğrenciymiş. Ve işe bakın ki yarın Köln’den Maastricht’e geçecekmiş. Ben sabahtan alır gelirim çantayı demiş. Allah ondan da razı olsun. Eşim artık itiraf etmek zorunda kaldı, biz yalnız değilmişiz dedi. Gerçekten burada gurbette olduğumuzu filan düşünüyoruz ama iyi insanlar her yerde. Sırtımızın yere gelmesine müsaade etmediler.

Hayatımızdaki en huzursuz uykudan uyandık ertesi sabah. Bana tren şirketinden bir mail gelmiş: “Çantanız bulundu, şu an Köln’de, almak için kimlik göstermeniz gerek (şaka gibi) ya da çantayı almak üzere bir temsilci atayabilirsiniz” İyi güzel dediniz de biz bu maili bile google translate’le çevirip anlayabildik, bir temsilci nasıl atanır bir fikrimiz yok. Bunun üzerine eşim Almanya’da yaşayan ve yıllardır görüşmediği uzaktan akrabasını aradı. Sağ olsun o anlattı, bir dilekçe yazılacak, bu İngilizce de olabilirmiş, falanca kişi benim çantamı alacak, onun bilgileri şunlar diye eklenecek. Alta imza filan atılacak. Ama biz bu dilekçeyi Köln’e hemen gönderemeyiz. Şansımızı deneyelim fotoğrafını çekip atalım, çantayı alacak çocuk da bunu bir yazıcı bulup yazdırsın.


Dualar ediyorum, inşallah çantayı verirler ve inşallah eksik gedik çıkmaz. Çantadan geriye ne kaldı bilmiyoruz. Ama en azından telefonun gittiğinden neredeyse eminim. Telefonumu bul’la birkaç kere arayıp yerini tespit edemedim. 

Dilekçeyi yazdı eşim, ben de temize geçirdim.


Fotoğrafını çekip gönderdik çocuğa. Bir de benim oturma iznimin taratılmış hali vardı bilgisayarda, onu gönderdik. Birkaç saat sonra çantamın fotoğrafı geldi ondan “bu mu?” diye. Sorun çıkartmadan vermişler. Allah’a çok şükür. Hemen arka cebe bak telefon duruyor mu dedik. Duruyormuş. Ben ağlıyorum ama mutluluk da değil tam sebebi. Pasaport, oturma izni hepsi varmış. Orta cebe bak, bi kutu olacak var mı? Var. İçini açtırmadık ama altınların da duruyor olduğunu ummaya başladım. 

Bir buçuk saat sonra buraya geldi, eşimle buluştular ve çantama nihayet sağ salim ulaştım. 50 euro dışında her şey yerli yerindeydi. Bu 50 euro’nun da komik bir hikayesi var. Prosedür gereği bulunan para 50’nin üzerindeyse buna el koyuyormuş tren şirketi, bir dilekçe gönderince hesabına yatırıyorlarmış. Sebebini bilmiyorum ama güvenlik nedeniyle yazmışlar. Ve çantamdaki bozukluklarla beraber 51,6 çıkmış toplam para. Komedi. O bozukluklar olmasa elden verebileceklermiş. Nasip tabii. En kötüsü bu, çok şükür. Bugün dilekçeyi postalayacağım inşallah. Sonra bu sayfa kapanacak. 

Telefonumda konumları kaydeden bir uygulama var, ona bakınca çantamın akşam on buçuktan beri Köln’de olduğunu öğrenmek biraz üzücü oldu. O kadar süre boşuna koşturmuşuz, öğrenseydik orada olduğunu gider alırdık hemen, ertesi güne kalmazdı. Ama onca telefonlaşmaya rağmen bunu öğrenmemiz gece yarısını buldu. Vardır bir hayır diyoruz.

Kendimi affedebilecek miyim bilmiyorum. Onca insanın hakkına girdim, helal etmişlerdir inşallah. Arkasını başkalarına toplatan küçük bir çocuk gibiyim. Daha yetişkin olamadım herhalde. Ama bir musibet bin nasihatten yeğdir derler ya, artık trenlerde çanta filan unutacağımı hiç sanmıyorum. Yani inşallah. 

Böylelikle Kayıp Çanta Destanı’nının sonuna gelmiş bulunmaktayız. Çantalarımıza sahip çıkalım, içine önemli eşyalarımızı koyduysak onlara özellikle göz kulak olalım, göz kulak olmayanları uyaralım. Çokça şükredelim, çokça iyilik yapalım. Çünkü iyilik görmek, insanlara güvenebilmek çok güzel bir his.

Görüşmek üzere sevgili okurlar, hoşçakalın.
Yorum Gönder

Back to Top