Dün kuşumuz öldü.
Bu hafta biraz ondan bahsetmek istiyorum.
Yıl iki bin beş. Akşamlardan bir akşam babam evimizin küçüğünü de alıp bir kuşçuya gider. Aklında kuş almak var mıdır bilinmez ama kafesteki muhabbet kuşlarını, kanaryalarını vesaire izlerken dikkatini turuncu yanaklı şirin mi şirin bir sultan papağını çeker. Bu tatlı kuş gagasını tellere dayamış, babamın gözlerinin içine bakarak kendince bestelediği bir melodiyle neşeli neşeli ötmektedir. Babam bir iki adım atar, bu kuş gözlerini babamdan ayırmaz ve sesini daha da yükselterek şarkı söylemeye devam eder. Artık babam bu tatlı kuşun “beni al” dediğine emindir. Aralarında hemen bir yakınlık hasıl olur, babam hemen kuşçuyla pazarlığını yapar ve bu şirin sultan papağını kafesiyle kucaklayıp eve getirir.
Biz çocuklar olarak havalara uçarız tabi. En büyüğümüz on bir yaşında boy boy üç kardeşiz. Hemen isim verme faslına geçeriz. Yanakları makyaj yapmış gibi turuncu, başında süslü bir şapkası var, bu olsa olsa dişidir diye akıl yürüterek (ki aslında tam tersi olduğunu sonradan öğreneceğiz) bu kuşa “Şirin” adını koyarız. Şirin gerçekten de çok canayakın, çok neşeli bir kişiliğe sahiptir. Kuşçuda babama verdiği konseri yıllar içinde de sık sık tekrarlar, ama müziğinin melodisi o büyüdükçe, olgunlaştıkça, yaşlandıkça değişir; bu konuya sonra geleceğiz.
Çiçeği burnunda papağını olan çoğu kişi gibi bizim de Şirin hakkındaki ilk arzumuz onun konuşması oldu tabi. Bunun için zavallı kuşa ses kaydedip tüm gün dinleterek işkence ettik. Üstelik kolay kelimeler değil, koca koca cümlelerle işe giriştik. Gariban kuşa “Benim adım Şirin, senin adın ne” dedirtmeye çalışmak şimdi düşündüğümde elbette komik geliyor. Ama yaşlarımızı tekrar zikredeyim. En büyüğümüz, ben, on bir; ortancamız sekiz; en küçüğümüz dört. Neyse ki bir hafta sonra Şirin’in konuşacağından umudumuzu kestik de ses kayıtlarını tekrara alarak dinletmekten vazgeçtik.
Bize geldiğinde ele gelme alışkanlığı var mıydı, yoksa hemen mi alıştı hatırlamıyorum. Demek ki bu aşamayı epey kolay atlamışız. Benim hatırladığım daha ilk zamanlardan beri omzumuzda durmayı çok sevdiği. Başını yanaklarımıza yaslar, gözlerini yumar ve kendinden geçerdi. Tüylerini kabartır tam bir pamuk yumağına dönerdi. Öyle zamanlar onu yiyesim gelirdi. Mıncıra mıncıra sevmek isterdim. Ama Şirin beyefendinin bu dünyadaki en sevmediği şey kafasına doğru gelmekte olan parmaklardı. Bu sınırına saygı duyduk. O da böyle biriydi işte. Gözleri kapalıyken dokunulmak hoşuna gidiyor, açıkken dokunulunca sinirleniyordu.
Onun olduğu bir odada biri telefonla bile konuşsa üstüne alınır hemen şarkılar söyleyerek cevap verirdi. Pek muhabbetliydi, şarkıları genelde hep aynıydı o zamanlar. O konuşmayı öğrenemedi ama biz onun şarkılarını söylemeyi öğrendik. Islıklara anında karşılık verirdi. Bazen kafamızı şişirirdi, doğru, ama ciyaklaması viyaklaması yoktu hiç. Kafamızı şişirdiğinde bile bir estetik çerçevesinde şişirirdi.
Gel zaman git zaman biz Şirin’i everme hayallerine kapıldık. Bir de torunlarımız olsa, değmeyin keyfimize. Nilüfer’in hayatımıza girişi de böyle oldu. Kara kuru ama midesine kuvvet gelinimiz bize bir tarafıyla hep yabani kaldı. Üstüne Şirin’imizi de bize karşı doldurdu. Böylece Şirin’in bizi takmadığı senelere girmiş olduk. O kendi yuvasının derdine girdi, bizi unuttu. Kafasını yanaklarımıza yaslamaz oldu, onu beş dakika Nilüfer hanfendinin yanından ayırdığımızda bağıra çağıra Nilüfer’e seslenir oldu. İyi dedik, peki dedik, bağrımıza taş bastık. Yavruları ayartırız belki dedik.
Şirin’in yavru konusunda yüzü gülmedi ne yazık ki. Halbuki baba olmayı o kadar istedi ki. Belki bu hayatta en çok istediği şey bu olabilir. Ama nasip olmadı. Nilüfer maşallah pıt pıt yumurtluyordu. Hepimiz heyecanlanıyorduk. Bekle bekle bir hareket olmayınca yumurtaları kontrol ediyorduk. Yumurtalar hep boş çıkıyordu. Nilüfer artık yavrudan umudu kesmiş olacak yumurtlayıp bir köşeye çekiliyordu. Baba olma hevesiyle yumurtaların üstüne Şirin yatıyordu. Kafesin dibinde minik bir iki yumurtanın üzerine yayılmış, bizi görünce hırlayıp biraz daha yaklaşsak gözlerimizi oyacakmış gibi bakışı hâlâ gözümün önünde. Bunların hiçbiri için ona kızmıyorum. Onun için çok zor zamanlar olsa gerek.
Şirin’in çilesi bununla bitmedi. Aile içi şiddet görüyordu. Yanlış anlaşılmasın, burada cadoloz Nilüfer’den bahsediyoruz. Bulduğu her fırsatta Şirin’i gagalıyor, yemliğin başına kurulup oturuyor, zavallıcık yemeye çalıştıkça onu kovalıyordu. Bizim gariban da yere dökülenlerle karnını doyuruyordu. İşin komiği biz bu durumu fark ettiğimizde kafesin tabanına da yem koymaya başladık, Nilüfer bu sefer aşağıya inip Şirin’i yemlerin başından kovdu. Acaba eşinin kilo almasını istemiyor muydu, tüm mesele bu muydu? Her neydi ise Şirin tüm bunlara rağmen onu sevmekten hiç vazgeçmedi.
Nilüfer’in ölümü çok ani oldu. Yiye yiye epey kilo almıştı, dalga geçmiyorum, ağırlığı Şirin’in iki katıydı. Büyük ihtimalle fazla kilodan dolayı hasta olduğunu düşündük.
Şirin’in şarkıları Nilüfer gittikten sonra değişti. İlk birkaç gün Nilüfer’e seslendi durdu. O kadar acıklıydı ki hali. Normalde ikisini ayırdığımızda ayrı odalardan beri birbirlerine seslenirlerdi. Şirin bağırıyor bağırıyor, ama bu sefer Nilüfer’den hiç cevap gelmiyordu. Şirin kafesin içinde dört döndü durdu. Şarkılar söyledi.
Nilüfer’in boşluğunu biz doldurmaya çalıştık. Tüm gün yanımızda tuttuk, omzumuza aldık, yemeklerimize ortak ettik. Nilüfer gelmeden önce yaptığı gibi kafasını yanağımıza yasladı, kulağımızın arkasına yanaklarını sürdü. Nilüfer’e seslenmekten vazgeçti. Islıklarımıza karşılık verdi, kanatlarını kaldırarak bize bir şeyler anlattı, şarkılar söyledi. Toparladı. Ama şarkısı Nilüfer’den sonraki haliyle kaldı.
On iki sene sonra, dün, bir sabah aniden ağır hastalandı ve akşama kalmadan can verdi. Babamlar onu Nilüfer’in yanına gömdü.
Çocukluk arkadaşım, bir nevi kardeşim, canımızın içi, Şirinimiz artık yok. Ondan bize şarkıları ve tatlı anıları kaldı. Cennet kuşu olsun inşallah. Bu sene kuş kaybetme yılı oldu bizim için. Kivi’nin talihsiz kaçışı, Şirin’in ölümü...
Şüphesiz biz Allah’tan geldik ve şüphesiz dönüşümüz O’nadır.
Haftaya görüşmek üzere hoşçakalın.