31 Mart 1936
İstanbul
Seyyahların öve öve bitiremedikleri İstanbul’u görmek için doğrusu pek az para harcadım. İstanbul Marmara Deniz’inin ortasında kalmış yarım adayı andıran bir şehir. Avrupa’da olduğu gibi binalarla kuşatılmış. Yine de buradaki kadar çirkin binaları ne Avrupa’da gördüm ne başka yerde. Onca yolu sırf bu kalabalık şehri görmeye geldiğimi düşününce canım sıkıldı. İtalyanca bilen bir Türk rehber tuttum ve ona İstanbul’da neler yapılabileceğini sordum. Adı Mehmet olan rehberim bana mutlaka vapura binmemi ve vapurun peşinden kanat çırpmaktan yorulmayan martılara simit atmam gerektiğini söyledi. Yapacak başka da bir işim olmadığından belki hoşuma gider umuduyla vapura binmeyi kabul ettim. Mehmet bana yol gösterme görevini üstlenmişti. Benden çok az para istedi ve bunun vapura binmek için gerekli olduğunu söyledi. Ona isterse yat alabileceğimizi söyledim. Böylelikle otobüs bekler gibi vapur bekleyen zavallı insanların arasına karışmayacaktık. Mehmet bu teklifime karşı çıktı ve martıların küçük yatların peşinden uçmadığını söyledi. İyice canım sıkılmaya başlamıştı, yine de Mehmet’e istediği parayı verdim. Bekleme salonuna girdik on dakika sonra düdüğünü öttüre öttüre büyükçe bir vapur iskeleye yanaştı. Vapuru gören insanlar kapıyı zorlamaya başlamıştı, hepsi bir an önce kendilerini gemiye atmak istiyor gibiydiler. Acele etmelerinin bir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüp bıyık altından güldüm, çünkü vapurun kalkış saati belliydi. Bu, İstanbul’da yüzümü güldüren tek olaydır.
Mehmet’le güverteye çıkıp oturacak bir yer bulduk. Uzun zaman var ki hiç bu kadar kalabalığın arasına girmemiştim. Çaycılar ve simitçiler yolcuların arasında dolaşıyor ve iyi de satış yapıyordu. Hem acelesi olan hem de bu kadar keyif düşkünü insanlar bana insanların her yerde aynı olduğunu hatırlattı, iyice umutsuzluğa kapıldım. Mehmet simit almamız gerektiğini söyleyene kadar aklımdan felsefeci dostlarımın insanlar hakkında ne kadar umutvari konuştuklarını geçiriyordum. Daldığım hülyadan çıktım ve üstüne susam serpilmiş bir hamurişi olan simitlerden iki tane aldım. Vapur hareket etmeye başlayınca gerçekten Mehmet’in dediği gibi bembeyaz gövdeli martılar vapurun peşine takıldı. İçimden bir anlık bir merhamet dalgası geçti. Elimdeki simitten Mehmet’in yaptığı gibi bir parça koparttım ve martılara doğru fırlattım. Martılardan hiçbiri attığımı yakalayamadı ve simit parçası denize düştü. Bardağı taşıran son damla bu olmuştu. Mehmet’e simitçiyi yanıma çağırmasını söyledim. Korka korka yanımdan ayrıldı. Bir süre sonra simitçiyle geldiler. Tüm simitleri satın almak istediğimi söyledim adam kabul etti ama bir mana veremediği çok belliydi. Simitlerin parasını fazlaca para vererek ödeyeceğimi söyledim, sonra ona simitleri parça parça kopararak martılara atmasını ve en ufak parçasını denize düşürmemesini söyledim. Paranın yarısını başta verecektim ve her düşen parçadan ücreti düşecektim. Simitçi anlaşmayı kabul etti, simitleri parçalayarak martılara doğru atmaya başladı. Kimisini ustalıkla martıların gagasına atıyor kimisi de denizi boyluyordu. Denize parça düştükçe simitçimiz bir of çekiyordu. Vapurdaki herkesle beraber bu gülünç manzarayı izledim. İşin aslı martılara simit atmayı söylendiği kadar da zevkli bulamadım.