Ben İstanbul'a; bu kocaman, eski, kalabalık ve yorgun şehre aşığım dostlar. Uzağında kaldığımda nefessiz kalmış gibi hissedecek kadar bağlıyım toprağıma.
Yorgun sabahların yitmiş tenhalarında üşümüş ellerimi bir İstanbul anısıyla ısıtmayı, telaşsız ve ağır adımlarımla parke taşlarına basmayı seviyorum. Boğazın bin türlü rengine dalıp çocukluğuma akmayı, orada bulduğum kek ve süt kokusunu içime çekmeyi, İstiklal'de sabahın bir köründe kolkola yürümeyi, kestaneciden közlenmiş bir kestane kapıp üfleye üfleye yemeyi, otobüse yetişmek için koşturmayı, rengarenk insanlarıyla bezeli caddelerini, ışıltılı vitrinlerini, tarihini, köhne ve çürümüş kokan eski sokaklarını, aniden yağan yağmuruna şemsiyesiz yakalanmayı, rakı&balık meyhanelerini ve hiç uyumadan dimdik duran büyüsünü seviyorum...
Ama biliyorum ki şehrin dışında da hayat var...
Hem de öyle doğal, öyle sıcak, öyle basit ki var olduğunu bilmek bile içimi ısıtıyor her karşılaştığımda. Konforsuz, bakımsız, iddiasız ve öyle sıradanlar ki.
İşte bu şehir aşıklısının gözünden, şehrin dışında kalan hayata açılan kapılardan birkaçı...